Ya’kubî – Ülkeler Kitabı

İslâm dininin gelişiyle Araplar, ilmî disiplinlerde yeni bir ivme kazanmışlardır. Özellikle ilk dönemlerde coğrafî eserlerde dağınık şekillerde görülen astronomi, felsefe, matematik, tasvirî coğrafya gibi ilimler tedricen tekâmül etmişlerdir. Arap topraklarının genişlemesi sebebiyle ticarî yollar daha da önem kazanmış, bu da coğrafya ilmine verilen kıymetin daha da artmasına vesile olmuştur. Öte yandan Abbasî halifeleri dönemi Arap coğrafyacılar için yıldızlarının parladığı dönemler olmuştur. Halifelerin Berid teşkilâtı adı verilen casusluk teşkilâtları sayesinde, gittikleri bölgelerin birer krokisini çıkartıp, iktisâdi ve kültürel bilgilerle beraber not ederek bu önemli eserleri vücûda getirmişlerdir. Bu evreleri takrîben IX. yüzyıl, antik dönemlerin eserlerinin tercüme edilmesi, hem tarihçi hem de coğrafyacı âlimlerin yetişmesi gibi âmiller çerçevesinde Hurdazbih, Belhî ve Mesûdî gibi isimlerin hacimli eserler kaleme alması açısından önemlidir.

Hem tarihçi hem de coğrafyacı kimliği ile karşımıza çıkan âlimlerden biri de Ya’kubî’dir. Onun, çalışmamızın ana nüvesini oluşturan eseri,[1] Arap tarihçiliğinin babası olarak nitelendirilen İbn Hurdazbih’in metoduyla kaleme alınmıştır. Irak ekolünün[2] bir mensûbu olarak “Ermenistan, Horasan, Filistin ve Hindistan”a kadar giden Ya’kubî, bu yolculukları esnâsındaki notlarından, eserini meydana getirmiştir.

Ya’kubî, genel İslâm tarihçiliği üzerine binâ ettiği eserinde, Hazreti Âdem’den başlayarak, kendi dönemine kadar olan tarihi ele almaktadır. Kitabına yaratılışla ilgili başladığı nüshâlar kaybolmuştur. Elde kalan kısımlardan İslâm öncesi Arap etnosu ve dini ile edebiyatı ve Hind, Çin, Babil, Türk, Rum gibi diğer etnosların vaziyetlerine ulaşmaktayız.

Eserin içindeki bilgileri değerlendirecek olur isek Ya’kûbî’nin kitabın en başında Bağdat ile ilgili geniş çaplı bilgiler verdiğini görmekteyiz. Bu bilgiler dâhilinde Bağdat’ın dört bir yanından gelen ticaret kervanlarına ev sahipliği yaptığı ve ticarî bir merkez olarak da tarihe hizmet sunduğunu öğrenmekteyiz. Fakat Bağdat’ın iklimsel yapısı gibi en ince ayrıntılara kadar bilgiler veren Ya’kubî, mübalağa sanatının da kendisine verdiği hız ile Bağdat’ı şöyle tasvir etmektedir: “Havasının yumuşak, toprağının verimli, sularının tatlı olması sebebiyle halkının karakteri de güzeldir; yüzleri aydınlık, zihinleri berraktır. Hatta anlayışları, edepleri, görgüleri; ticaret ve üretimdeki becerileri ve kavrayışları ile diğer insanlardan üstündürler. Bu sebeple en bilgili âlimler, en sahih râvîler, en münazaracı mütekellimler, en fasîh Arap dilcileri, en mahir tabipler, en iyi okuyucu kuralar, en zarif şarkıcılar, en zarif zanaatkârlar, en edip yazarlar, en muhakemeli mantıkçılar, en âbîd sûfîler, en muttakî zahit, en güçlü filozoflar ancak Bağdat’tadır. Ayrıca hatipleri gibi konuşanı, şairleri gibi şiir söyleyeni, mizâhçıları gibi de kırıp geçireni yoktur.”[3]Oysaki müellifimizin yaşadığı dönemde Bağdat dışındaki topraklarda yetişen ve Avrupa’nın zerrelerine kadar tesir eden bilim adamlarının varlığını görmekteyiz. Netice itibarıyla Birûnî gibi, İbn-î Sinâ gibi Türk âlimlerin Bağdat dışında yetiştiğini de belirtmek elzemdir. Hatta Ya’kubî’nin, en kıymetli sanatçıların[4] bile Bağdat’tan çıktığı bilgisini verdiği dönemlerde, Çin içerisinde sanatları, müzikleri ile yeni bir ekol yaratan Uygur Türklerinin varlığını da önemle belirtmek gerekir.[5] Bağdat ile ilgili bilgilerin verildiği nüshada önemli bir tarih de verilmektedir. 757-758 yıllarında Sakalibelerin yani Slavların ordularına karşılık, Halife’nin, oğulları komutasında bir orduyu gönderdiği bilgisidir.[6]

Bağdat şehrinin târif edilmesinin ardından, Türk tarihi için önem arz eden bir mesele üzerinden bilgiler verilmektedir. Samarra kentinin kurulması, kuruluş amacı ve orada Türklerin icraatları gibi birçok bilginin aktarıldığı bu kısımda, Türklerin paralı askerlikten[7] yönetim kademelerine tesir eden ve devletin yönetimindeki temel dinamikleri değiştirebilecek kudrete erdiğinin şâhidi olmak mümkündür.  Türkistan’dan halife Mu’tasım döneminde alınan Türklerin, paralı askerler olarak vazifelendirilmesi, Samarra kentindeki yerleşik yaşama adaptasyon süreçleri gibi bilgilerin varlığı beraberinde cümlelerle dönemi tasvir eden Ya’kubî’den şu anekdotu önemle beyân etmemiz elzemdir: “Bunlar Arapça bilmeyen Türklerdi. Atlarına binip koşturdukları zaman sağlarındaki ve sollarındaki insanlara çarpmaktalar, bunun üzerine halkın ayaktakımı üzerlerine hücûm etmekte, bazılarını dövüp bazılarını da öldürmekteydiler. Kanları heder oluyor, kendilerine karşı tecavüz edenlere karşı da bir şey yapamıyorlardı. Bu durum Mu’tasım’ın zoruna gitti. Bağdat’tan çıkmaya karar verdi.” Böylelikle Samarra kenti kurulmuş oldu. Bu şehir içinde Türkler, yalnız kendi başlarına yaşayabiliyor, gayri-Türk kadınlarla evlenmeleri yasaklanıyor ve bu şekilde Türklerin doğal yapıları korunarak askerî ve teşkîlâtçı yapıları bozulmamış oluyordu.

Eserde geçen “Burada Türk kadınlarıyla evlenen Türk erkekleri, eşlerinden hiçbir zaman ayrılmıyorlardı”[8] ifâdesi ile Türklerin aile yapısı ile ilgili kısa ve öz bir bilginin bulunması, Türk düşünce yapısını da anlamamız açısından önem arz etmektedir. Hatta Arap topraklarında yer yer bir arada yaşayan Türkler ile Müslüman Arapların düşünce yapıları arasında da ufak da olsa bir karşılaştırma yapılarak, bir fikre sahip olunabilir.

Türklerin, Merv ve Semerkand gibi Türkistan’ın sınırında bulunan bazı bölgelere yaptıkları akınlardan ziyâde Türk kültür hayatı için önem arz edebilecek bilgiler de eseri Türk tarihçileri açısından başköşedeki eserler arasına koymaktadır. Naklen bu bilgiler şöyledir: “Şâş’tan Esbîşâbe’l-A’zam sınırına iki merhaledir. Burası Türklerle savaşılan bölgedir. Aynı zamanda Semerkand’ın son arazisidir. İşte buralar Toharistan, Soğd, Semerkand, Şâl ve Fergana şehirlerinden oluşan ve düz bir hat üzere bulunan Maveraünnehir’dir. Bunların ötelerinde şirk beldeleri (İslâm ile tanışmamış olanlar) yer alır. Bunların hepsi Türk beldeleridir. Türk beldeleri Horasan, Sicistan ve Türkistan’ı kuşatır. Türkler çeşitli grup ve ülkelere ayrılırlar. Bunlardan bazıları Karluklar (Harluhıyye),[9] Dokuzoğuz (Tuğuzğuz)[10], Türkeş[11], Kaymak[12] ve Oğuz’dur.[13] Her birinin kendi başına ayrı bir memleketi vardır. Bazan birbirleriyle savaşırlar. Evleri ve kaleleri yoktur. Çok köşeli otağlarında (Türkî Kubbeleri) konarlar. Bu çadırların çivileri hayvan ve sığır derisinden yapılmış sırımdan, tepesi keçi derisindendir. Türkler yün ve keçe işinde mahirdirler; zira elbiseleri bundandır. Türk bölgesinde tütünün hâricinde tarım yoktur. Türklerin gıdası kısrak sütüdür. Kısrak eti yerler. Yediklerinin çoğu av etidir. Onlarda demir az olduğundan oklarını kemikten yaparlar.”[14]

Samarra kentinin inşâsı, yerleşimin başlaması ve bunları tâkiben bayındırlık faaliyetlerinin anlatıldığı eserde, doğu bölgesi de yine aynı tafsilâta tâbi tutularak anlatılmaktadır. Rey, İsfahan, Ermenistan ve Azerbaycan gibi günümüzün bilindik coğrafyalarından bilgiler nakledilmektedir. İsfahan bölgesindeki etnik kimliklere de örnek veren Ya’kubî, günümüzde revaçta olan Kürt tarih araştırmalarına dair de kaynak olabilecek bir bilgiyi aktarmaktadır. Bu bilgi şöyledir: “Ruvaydeşt kasabası İsfahan’la Fars köylerinden Yezd arasında sınırdır. Daha sonra sırasıyla Berân, Mîrabin ve Kâmidân kasabaları gelir. Buranın halkı Acemlerle karışık yaşayan Kürtler olup, diğerleri gibi şerefte üstün değillerdir. Hürremîler buradan çıkmıştır. Burası İsfahan arazisi ile Ahvaz arazisi arasında sınırdır. Sonra Fehman kasabası gelir. Fehman’da da Hürremîler ve Kürtler vardır.”[15]

Eserin ilerleyen kısımlarında, Horasan’daki siyasî çekişmelerden ve İslâm devletinde yaşanan siyasî vakıaların gelişiminden bahsolunmaktadır. Güney bölgelerinin de tarif edildiği bölümün ardından Şam ve İran güzergâhı ve Mısır yollarının vaziyeti ile yazınsal krokisi çizilmektedir. Eserin nihâyetinde ise Yemen adalarından Endülüs Müslümanlarına kadar olan bölgeler hakkında bilgiler verilmektedir. Hâsılı eser, Orta Çağ araştırmacıları için büyük bir nimettir.

Yakubî, Ayışığı Kitabevi, İstanbul, 2002, ISBN: 9789757321774

Yazar: Erhan KARAOĞLAN


[1] Bu eser Michael Janus de Goeje tarafından tahkik edilmiş ve 1860 yılında Leiden’de ilk defa yayımlanmıştır.

[2] Irak Coğrafya okulu: Genel ve tasvirî coğrafya üzerinde ilk defa sistematik olarak yazı yazanlar IX. yüzyılın ortalarında Irak’ta görüldü. Bu okulun en önemli coğrafyacıları arasında İbn Hurdâzbih, Ya‘kūbî, Mes‘ûdî, İbnü’l-Fakīh, İbn Rüste ve Kudâme b. Ca‘fer el-Kâtib bulunmaktadır. Bilinen dünyayı ilk tarif eden coğrafyacı Ebü’l-Kāsım Ubeydullah b. Abdullah b. Hurdâzbih’tir (ö. 300/912) ve bundan dolayı kendisine “İslâm coğrafyasının babası” unvanı verilmiştir. Irak okulunun ikinci önemli coğrafyacısı Ebü’l-Abbas Ahmed b. Ya‘kūb b. Ca‘fer el-Kâtib el-Ya‘kūbî (ö. 292/905 [?]) idi. Bağdat’ta doğan Ya‘kubî uzun süre Ermenistan ve Horasan’da kaldı; Hindistan’a ve Filistin bölgesine gitti. Kitâbü’l-Büldân’ın yazarı olan Ya‘kūbî, İbn Hurdâzbih’in usulünü takip etti; yazdığı eserde tuttuğu yol, toplamış olduğu bilgilerin bir özetini çıkarmaktı. (S. Maqbul Ahmad, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, cilt: 08, sayfa: 52.)

[3] Ya’kubî, a.g.e., s. 18.

[4] Daha önceki yazılarımızda da beyan etmiştik, Arap âlimlerin bazı hususlarda mübalağa sanatına başvurmaları ve farz-ı mûhal yapmaktan kendilerini alıkoyamamaları gibi bazı belirtiler baş gösteriyordu eserlerinde. İşbu Ya’kubî’nin Bağdat ile ilgili söylemlerinde de böyle bir iz bulmak mümkündür.

[5] Bkz. Erhan Karaoğlan, “Türk Müziğinin İlk Devirlerdeki Vaziyeti ve İntişarı”, Edebice Dergisi, S: 5, Ocak- Şubat, 2017, s. 64.

[6] Burada belirtilmek istenen tarih, haddizatında Hazarlar dönemine tekabül eden ve Rusların Hazar Denizi üzerinden İslâm coğrafyasını hedef alan önemli saldırılarıdır. Bu saldırıyı durdurmak adına Hazarlar, Müslüman Araplarla iş birliği yapmışlardır. Ayrıntılı bilgileri, müstakil eserlerinde Dunlop, Karatay ve Golden gibi isimler sunmaktadır.

[7] Türklerin, paralı askerler olarak vazifeler yaptıklarına tarihin birçok döneminde rastlamaktayız. Elizabeth Baugman’ın “Scythian Archers” isimli makalesinde İskit okçularının Atina içlerinde üstlendiği kolluk vazifelerini ve paralı askerlik vazifesini ifâ ettiklerini, Bizans içerisinde Peçenek ve Kuman Türklerinin paralı askerlik görevlerini ifâ ettiklerini; Samarra’da paralı askerler olarak görev yapan Türklerde gördüğümüz gibi görmekteyiz.

[8] Ya’kubî, a.g.e., s. 41.

[9] Tarih sahnesinde ilk defa 627 yıllarında çıkmışlardır. Altayların güneybatısında yaşamışlardır. Göktürklerle ve Uygurlarla yoğun siyasi mücadeleleri olmuş ve Karahanlı devletinin kurulmasında etkin rol oynamışlardır.

[10] Türk tarihinde önemli bir yere sahip olan Tokuzguzlar, Dokuz Oğuz olarak bilinen bir diğer Türk topluluklarındandır. Tula Irmağı’nın kenarında yaşarlar. Orhun Kitabeleri’nde de kendilerine yer bulmuşlardır.  (Faruk Sümer, Oğuzlar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1999, s. 24).

[11] Türkeş ismi ile anılan Türgişler, 630 yılında Göktürk Kağanı Tung Yabgu’nun ölümü ile çıkan iç karışıklar neticesinde başıboş kalan boyların bir araya gelmesi ile oluşmuştur. İkinci Göktürk devleti zamanında siyasî rolleri artmış ve İslâm ordularının Türkistan’a ilerleyişini durdurmuşlardır. 766 yılında ise Karluklar tarafından tarihin ücrâ köşelerine çekilmek durumunda bırakılmışlardır.

[12] Kaymak ismi ile verilen boyun, aynı dönemi karşılayan Arap seyahatnamelerinde de geçen ve Oğuzlar ile hep komşu olarak verilen Kimekler olduğu kanaatindeyiz. 656 yılında tarih sahnesine çıkmışlardır. 840 yılında Uygurlar yıkılınca Eynür, Bayundur, Tatar gibi Türk boyları Kimeklere katılmışlardır. Yöneticilerine “yabgu” denmiştir.

[13] Oğuzlar, Türklerin en kalabalık topluluklarındandır. Seyhun Nehri civârında muhkemdirler. Bazı kaynaklara göre 22, bazı kaynaklara göre ise 24 boydan müteşekkildirler.

[14] Ya’kûbî, a.g.e., s. 75.

[15] Ya’kubî, a.g.e., s. 56.

0 0 kere oylandı
İçeriği Değerlendir