MUSTAFA PARLATAN İLE TÜRKLER VE İBN HALDUN ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ

Mustafa Parlatan – İbn Haldun’un Mukaddimesinde Türkler

Mustafa Hocam, bizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. Kısaca Mustafa Parlatan kimdir? Sizden dinleyelim…

Merhaba Necdet Bey, konuşmaya başlamadan önce sizin gibi genç arkadaşlarımızın millî tarihimize gösterdikleri ilgi ve vefa için asıl ben size teşekkür ederim. Klasik akademik öz geçmişin haricinde, şu an imkân bulduğu her anında kitaplarla olmayı seven, tarihimizi sevdirmeyi bir düstur kabul eden bir tarih öğretmeniyim. Evdeki iki evladımın kendi hayatlarını kurabilmelerine destek olmanın yanı sıra okul içi ve dışındaki, ülkemin geleceği olarak gördüğüm diğer evlatlarımın hayatına dokunabilme çabasındayım. Akademik kısma gelecek olursak, 1988 yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümünü bitirdim. Ardından aynı üniversitede Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Orta Çağ Tarihi Bilim Dalından “İbn Haldun’un Mukaddimesinde Türkler” tezi ile mezun oldum. 1989 yılında İstanbul’da başladığım tarih öğretmenliği görevine hâlen Konya’da devam ediyorum. Bir eğitim faaliyeti olarak gördüğüm izci liderliğinin yanı sıra Milli Eğitim Bakanlığı İzcilik Teşkilatında değişik görevler aldım, Konya İl İzci Kurulu Başkanlığı yaptım. Millî Eğitim Bakanlığı, bünyesindeki izcilik teşkilatını kaldırınca, arkadaşlarımız ile Konya Eğitim İzcilik Gençlik Spor Kulübünü kurduk ve şu an başkanlığını yapmaktayım. TÜRKAV üyesiyim. Yazmayı, fikirlerin yazıya dökülerek kitlelere ulaşmasını her zaman önemsedim. Öğrencilik yıllarımda Yeni Düşünce gazetesinin muhabirliğini, İzcilik Teşkilatındaki görevlerim sırasında İzci Bülteni ve Kulüp adına çıkan Kamp Güncesi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptım.

İbn Haldun gibi, ülkemizde pek ele alınmayan ama dünya genelinde isminin hakkı verilen birini çalışma fikrini nasıl ortaya koydunuz?

Üzülerek kabul ediyorum ki yaptığınız tespit oldukça doğru, ancak literatürü yakından takip eden biri olarak söyleyebilirim ki son dönemde ülkemiz araştırmacıları da bu konuya yeniden ilgi göstermeye başlamışlardır. Benim çalışmam neredeyse 30 yıl öncesine aittir. O zamanları yaşıtlarım iyi bilirler ancak genç arkadaşlarıma anlatmak gerek. Şimdiki gibi bilişim teknolojilerinin gelişmemiş olması dolayısıyla, önemli kütüphanelerde bile kaynağa ulaşmak oldukça zordu. Bu durum özellikle sosyal bilimlerden bahsediyorsak araştırmacıları çıkmaza sokuyordu. Çünkü sosyal bilimler, fen bilimleri gibi deneye bağlı ve tekrarlanabilir değildir. Elinizdeki kaynaklar ne ise, hangi aktarımlara ulaşabiliyorsanız olayı da o sınırlar içerisinde değerlendirebiliyorsunuz. Örnek verecek olursak tarihimizde daha dün diyebileceğimiz 100 yıl öncesinde yaşamış İttihatçılar yakın zamana kadar belki de siyasi nedenlerin de katkısıyla olumsuz addediliyorlardı. Gelişen teknolojik imkânlarla daha çok kaynağa ulaşmak, onları hak ettikleri itibara yeniden ulaştırmış oldu. Bu tarz hatalara düşmemek adına bir konuda çalışmak ve tarihi bugüne doğru şekilde aktarmak gerçek bir özveri gerektiriyordu. Omuzlarımızda böyle bir baskı varken çalışma konusu kendi hassasiyetlerimiz üzerinden seçilmeliydi ki çalışırken zevkle bu uğraşı göze alalım. Danışman hocamla aynı hassasiyetlere sahip olmak benim avantajımdı. Literatürdeki eksikliği de fark edince her daim ilgimizin taze kaldığı İbn Haldun’un Mukaddimesi’ni çalışmaya karar verdik.

İbn Haldun neden bu kadar önemliydi benim için? Köken olarak Arap olmasına ve dedeleri Kuzey Afrika’ya göçmüş, Yemenli bir âlim olmasına rağmen, Türk milleti hakkında eleştirilerinde hiç kimsenin etkisinde kalmadan objektif ölçülerde fikirler ileri sürmüştür. Bu durum çok ilginç değil mi? Kendi milletimiz içerisinde bizim yetiştirdiğimiz bazıları, tarihimizi yüceltmeye imtina ederken, farklı kökenden birisi bu alanda çalıştığında, kültürümüzün büyüklüğünü tespit edebiliyor.  Yaptığı çalışma dünya çapında etki uyandırıyor. Bu tabii ki kendisinin şahsiyetiyle de çok ilişkili. İbn Haldun bir edebiyatçı gözüyle iyi bir edebiyatçı, bir ilahiyatçı gözüyle iyi bir ilahiyatçı, bir eğitimci gözüyle iyi bir eğitimci, bir siyasetçi gözüyle iyi bir siyasetçi ve devlet adamıdır. Bize göre İbn Haldun bu özelliklerinin yanı sıra büyük bir tarihçidir. Hele hele tarihte kullanılmasını istediği ilmi metotlar ve tarihî hadiselere getirdiği felsefi yorumları, bugün bile büyük bir hayranlıkla dikkat çekmektedir.

Türkler ve Araplar arasındaki ilk ilişkiler nasıl başlamıştır?

Bu ilişkiyi takip edebilmek için oldukça geriye, Hz. Nuh tufanına gitmeliyiz. Tufandan sonra Hz. Nuh, kendine inanan üç oğlundan biri olan Yafes’i doğu yönüne yani Asya’ya göndermişti. Yafes’ten sonra oğlu Türk, kardeşlerine örnek olarak; onları derleyip toplamış ve yönetmiştir ki belki de milletimizin yönetici ruhu atamız Türk’e dayanmaktadır. Üç Türk bir araya geldiğinde, sohbet; devlet kurmaya gidiyorsa bu bir genetik göstergedir. İşte bu sebeple zamanla ortaya çıkan milletleşme süreci ve arkasından kurulan Türk devletleri öncelikle Asya kıtasındadır.

Devlet olmanın gereklerinden biri etki alanı içinde güvenliği sağlamaktır. Türk milletinin egemen olduğu bölgede, İpek Yolu dediğimiz, o günlerin önemli kara ticaret yolunun varlığı, Türk devletlerinin varlık ve gücünün önemli bir göstergesidir. İpek Yolu sayesinde o dönemde dünyada bilinen üç kıta olan Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları Türk milletini tanımışlardır. Türk devletleri kurulurken çok geniş bir alana yayılmaktan imtina etmemişlerdir. Şimdi şöyle bir bakacak olursak, sıcak iklim kuşağındaki Hindistan, soğuk olmasına rağmen Asya’nın kuzeyi veya Doğu Avrupa, Türklerin dikkatini çekmiştir. Ancak Arap yarımadası için bunu söyleyemeyiz. Bireysel olarak gidenleri burada tenzih etmek gerekli tabii.

Peki, neden dikkatimizi çekmemiş? Araplar millet olma şuuruna geç ulaşmaları nedeniyle, yarımadanın tamamını kapsayan bir devlete ancak Hz. Muhammed’in kurduğu İslam devleti ile kavuşmuşlardır. Elimizdeki kaynaklar da tam bu sebeple Türklerin Araplarla ilişkisinin o döneme kadar çok yaygın olmadığını göstermektedir. İpek Yolu’ndan elbette Araplar da faydalanmaktaydılar ama ticaretleri kendi içlerinde sınırlıydı. Kervanları Şam’a kadar gidip oradan ticari malları yine Arap şehirlerine taşıyorlardı.

Hz. Peygamber, Türkleri tanıyordu. Hendek Savaşı’nda kaldığı Türk çadırı ve Türklerle ilgili hadis-i şerifler buna örnektir. Daha ileri dönemlerde ise Emevilerin, İslam dininin egemenlik alanıyla Arap devletinin egemenlik alanı arasındaki farkı anlayamamaları, hatta bazı İslami kavramları yanlış yorumlamaları nedeniyle Türklere karşı hasmane tavırlar sergiledikleri görülmektedir. Abbasiler döneminde ise özellikle Me’mun ve Mutasım döneminde Türklerin, Abbasi Devleti içerisinde yalnızca askerî alanda değil, devletin tüm kurumlarında kadrolaştığını görebiliyoruz. Bu dönemden sonra da Türklerin, İslam dünyasında liderliklerinin başlamasıyla iki millet hep yakın ilişki içerisinde olmuştur.

Bugün de hâlâ tartışılan “asabiyet” kavramı nedir? Bu kavramı açıklayabilir misiniz?

Asabiyet kavramını ilk defa ilmî ve objektif bir metotla inceleyen, tarih ve devlet felsefesini açıklarken bu kavrama en büyük ağırlığı veren, İslâm mütefekkiri İbn Haldun’dur, lâkin tarifini tam olarak vermemiştir. Bununla birlikte İbn Haldun asabiyeti dar manada savunma veya saldırı maksadına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal şuur şeklinde anlamaktaysa da Mukaddime’nin bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına göre, asabiyeti ırki bağların veya coğrafi, siyasi yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir.

İbn Haldun’un tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir nev’i asabiyet diyalektiğine dayandığı muhakkaktır. Öyle ki ona göre her yeni fikir ve inanca karşı insanların tabiatında bulunan olumsuz, şüpheci tavır, onları galip gelmek, hâkimiyet altına almak için zora başvurmayı gerekli kılar. Bu da ancak gayesi, egemenlik ve mülk olan asabiyetle mümkündür. Dolayısıyla, bir hâkimiyetin hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması, öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır. Bu güce olan ihtiyaç bakımından peygamber ile dinî mesaj taşımayan başka hâkimiyet hareketleri arasında fark yoktur. Hz. Peygamber’in “Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamberi göndermemiştir” anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır. İbn Haldun’a göre iki türlü asabiyet vardır: soy birliğinden kaynaklanan nesep asabiyeti ve sebep asabiyeti. Nesep asabiyetinde aynı soydan gelme ve kan bağı olma şartı varken, sebep asabiyetinde bu şartlar yoktur. Sebep asabiyeti; grup hissi, cemaat ruhu, belli gruplara mensup olan fertleri bir diğerine bağlayan manevi bağ, rabıta, birlik şuuru gibi şekillerde tarif edilebilir. Bu hâliyle nesep asabiyetinden çok daha geniş bir uygulama alanları bulabilmekte, kavmî ve millî topluluklara bağlı kalmamaktadır. Mesela, belli dinlere, mezheplere, ideolojilere ve doktrinlere bağlı olan fertler bu bağ ile birbirine bağlanmaktadır. Bir ülkede mevcut siyasi partiler etrafında, muhtelif dernek, sendika, blok ve kulüpler çerçevesinde toplanmak ve birleşmek, bu asabiyet ruhu ile mümkün olmaktadır. Kan bağı şartı olan nesep asabiyetinde fert doğuştan itibaren kendini bir asabiyet grubu içinde bulurken, sebep asabiyeti, sonradan ferdin kendi düşüncesi, kendi zevki ve anlayışına uygun olarak bağımsız tercihiyle girdiği bir birliktir. Nesep asabiyeti daha çok toplumların gelişmediği dönemlerde uygulanabilirken, sebep asabiyeti bugün bile siyasi düşünce, sosyal yaşayış, din, mezhep gibi özellikler itibarıyla hâlâ yaşamaktadır.

İbn Haldun’un yolu Türklerle nasıl kesişiyor?

Kuzey Afrika ve Endülüs’te yani İspanya’da değişik devlet ve kurumlarda görev alan, siyasi çekişmeler içerisine giren İbn Haldun, hızlı çalışma temposu ve dönemin kaos hâlinden oldukça yorulmuştu. Bu işlerden uzaklaşabilmek için hacca gitmeye karar vermişti. Yola bu sebeple 1381 yılında çıksa da Hicaz’a gitmeyip eski medeniyet merkezi Mısır’da kaldığını görüyoruz. Bu dönemde Mısır’da kendilerine Devlet-i Türkiya ismini veren Memlüklüler vardı. Devlet yöneticilerinin İbn Haldun’a karşı olan ilgi ve saygısının, orada kalmasına sebep olduğunu düşünüyoruz. Zaten Mısır’da kaldığı sürece de Memlük Türk Devleti’nde almış olduğu görevlerle Türkleri yakından tanıma imkânı bulmuştur diyebiliriz.

İbn Haldun’un Timur ile nasıl bir karşılaşması olmuştur?

Timur’un bizim Ankara Savaşı olarak bildiğimiz, sonucunda iki büyük Türk devletinin çarpıştığı Anadolu seferi öncesinde Şam’a geldiğini biliyoruz. Memlüklü Devleti’ni temsilen oluşturulan görüşme ekibine İbn Haldun da dâhil edilmiştir. Giyim kuşamıyla, heyet içerisinde farklı olan İbn Haldun, Timur’un ilgisini çekmiş, tanışmışlar ve ondan Kuzey Afrika konusunda kendisine bilgiler vermesini istemiştir. İbn Haldun bu sohbetler sırasında Timur’u sözleriyle, övgüleriyle etkilemiş ve yazdığı kitaplardan da bahsetmiştir. Bu konuşmalardan sonra Timur’un bir daveti de söz konusu. Kendi devleti bünyesinde yaşamasını ve çalışmalarını orada sürdürmesini istemiştir. Ancak İbn Haldun bu daveti kabul etmeyerek, “Mısır beni, ben Mısır’ı severiz” diyerek Mısır’da kalmaya devam etmiştir. Yani diyebiliriz ki İbn Haldun, Şam halkını katledilmekten, Şam’ı tahripten kurtarmak vazifesi ile gittiği görüşmeden başarılı olarak geri dönmüştür.

Türklerle ilgili bahsettiği kısımlarda -siz bu çalışmayı ortaya koyarken- en çok şaşırdığınız kısım neresiydi?

İbn Haldun, bugünkü ilim adamlarında da aradığımız önemli bir özellik olan, objektiflik özelliğine sahiptir. Arap kökenlidir ancak Araplara, Hz. Peygamber dönemi hariç “medeniyet tahrip edici bedeviler” nazarıyla bakarken, Türklerin medeniyet yapıcı ve kurucu özelliklerini tespit ederek, öne çıkarması dikkat çekicidir. O dönemin şartları içinde bir ilim adamı hassasiyeti ile objektif değerlendirmeler yaptığını söylerken bahsettiğim tam olarak budur.

Sosyoloji ve tarihi bir bütün olarak okumanın faydası ortada, hiç şüphesiz. İbn Haldun’un bu denli büyük bir etki bırakmasını neye bağlıyorsunuz?

Kendisi hakkında, İslam dünyasının yetiştirmiş olduğu ilk tarih felsefecisi diyebiliriz. Almış olduğu eğitim ve okuduğu kitaplarla kendinden önceki tarih yazma geleneğini, yani olayların olduğu gibi aktarılması ekolünü yıkarak, tarihî olaylarda sebep-sonuç ilişkisi aranması gerektiğini vurgulaması, “asabiyet”, “hadarilik” ve “bedevilik” kavramları İbn Haldun’un hem dünya çapında bir etkiye ulaşmasını sağlamış, hem de onu dönemindeki bilim insanlarının önüne geçirmiştir.

Barthold ve Grousset gibi tarihçiler Türklere nasıl bakmıştır? Cumhuriyet döneminde yetiştirdiğimiz Türk tarihçileri ile aralarındaki farklar ne olmuştur?

Türk milletinin, Asya tarihi ile ilgili olarak, ne yazık ki dünya tarihçileri arasındaki otorite sahibi milletimizin yetiştirdiği tarihçi sayımız sınırlıdır. Çoğunlukla bu dönemle ilgili bilgileri yabancı kökenli tarihçilerden alıyoruz. Aslen bir Rus olan Türk tarihçisi Barthold’un Arapça, Farsça, Türkçe tarihî kaynaklara dayanan eserleri, bugün bile başlıca referans kitaplar içindedir. Barthold çoğunlukla Batı Türkistan üzerine eserler vermiştir. Türk tarihi açısından Müslüman Arapların fetihlerinin, Türk milletine yeni ufuklar açtığı gibi, Türk milletinin de savaşçı ve idealist ruhunun İslam’ın manevi ruhuyla kaynaşmasıyla, İslam dinine yeni bir kuvvet ve güç kaynağı olduğunu belirtir. Barthold’un “İslam Medeniyeti Tarihi” adlı eserinde İbn Haldun’un Türkler hakkındaki görüşlerini de görebiliyoruz.

Grousset’e bakacak olursak Fransa’da doğmuştur ve Doğu ülkelerinin tarihi ve sanatı üzerine çalışmalar yapmıştır. Tibet, Hindistan, İran, Japonya, Çin gibi ülkelere ilmî geziler yapmış, tarih alanındaki derin bilgisi ve yazarlık kabiliyeti ile modern doğu araştırmaları için otorite kabul edilecek önemli eserler bırakmıştır. Grousset, Asya tarihini bozkır tarihi olarak nitelendirir ve şöyle tanımlar: “En güzel otlakları ele geçirmek için itişip kakışan ve bazı hâllerde gezinmeleri asırlar süren, hayvan sürülerini yaylak ve kışlak arasında getirip götüren Türk-Moğol kavimlerinin tarihinden ibarettir. Tabiat bu kavimlere o engin bozkırlarda at sürmek için gerekli her şeyi, fiziki yapıyı ve hayat tarzını vermeyi de ihmal etmemiştir.” Bu tarihin çok iyi kaydedilemediğine de kitaplarında dikkat çeker. İlginç olarak, mesela Çinlilerin Türklerden öğrenerek, etekli elbiseleri bırakarak pantolon giydiklerini, Türklerin ilkbahara düşkünlüklerini Grousset’ten dinleyebiliyoruz.

Kitabınızın sonunda, Zekeriya Kitapçı Hoca’nın Türk tarihi ve medeniyetine bakışının çok özel olduğunu dile getiriyorsunuz. Hocanın tarihe ve milletimize bakışından biraz söz eder misiniz?

Rahmetli hocam Zekeriya Kitapçı, Türk ve İslam kelimelerine bile sevdalıydı. Bu kelimeler dilinden dökülürken, gönlünden kopup geldiği her hâliyle belli olurdu. Küçük yaşta İslami bilgileri öğrenmiş, hatta hafızlık yapmıştır. Bir Anadolu Türkü olarak, Türklük ve İslamiyeti zihnî olarak birleştirmiştir. Orta Çağ tarihçisi olmayı seçmesi belki de bu sebepledir, kim bilir. Akademik hayatını, Türk’ün İslam’la bütünleştikten sonra dünyaya yön verişini anlatmakla geçirmişti. Mesela ilk kadın İslam şehidi olan Hz. Sümeyye’nin bir Türk kızı olduğunu, Türkçe adının da Pamuk olduğunu gözyaşları içinde anlatırken heyecanı görülmeye değerdi. Yazmış olduğu kitaplara bir bakın: “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı”, “Saadet Asrında Türkler”, “Türkistan’da İslamiyet ve Türkler”, “Kur’an-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler”. İsimler bile onun akademik hayatındaki sevdasını anlatmaya kâfidir; ne Türk tarihini ne de medeniyetini İslam’dan ayırır. Hatta kendisinin çok sevdiğim bir ifadesi vardır; Türkleri, Asya’da kaynayan bir kazandan etrafa yayılan sular olarak görür. Bu sular Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin enerji kaynağıdır.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

30 yılı aşmış bir meslek tecrübesiyle şunu diyebilirim ki; tarih eğitimi müfredatımız eksikliklerle doludur. Öğrenciler Türk tarihini bir bütün olarak görememektedir. Millî tarih şuuru felsefemiz yoktur. Üniversitede hocalarımızın yapacağı araştırmalar ve bu araştırmalar sonucu, geleceğimiz olan çocuklarımıza vereceğimiz eğitim, kronolojik olaylar dizgisinin dışında millî tarih şuuruna dönüştürülebilecek bir nitelikte olmalıdır.

Günümüzde Orta Çağ alanında Türk tarihçiler çok öne çıkmasa da, özellikle İslamiyet öncesi (bu kavramı pek doğru bulmuyorum ama) Türk tarihi ile ilgili olarak, İstanbul ve İzmir’deki üniversitelerimizdeki hocalarımızın çalışmaları daha çok dikkat çekmektedir. Bizim bugün kendimizi yeniden bulmamıza büyük katkı sağlayacak bilgi ve belgeler için Orta Çağ dönemi de bulunmaz bir nimettir. Bedenimiz olan Türklüğü, İslam’ın ruhuyla bütünleştirecek millî tarih anlayışına ihtiyacımız vardır.

Tarihçilerimizin tamamının kabul ettiği bir millî tarih tezimiz ortaya konana kadar, konuyla ilgili her fikir değerlendirilmeli, sınırları tespit edilen bu anlayışta okullarımızda müfredata dönüştürülmelidir. Mesela köken olarak hukukçu olmasına rağmen, Atsız Bey’in yıllar önce ortaya koyduğu fikirlerden de beslenerek, yeni bir Türk tarih tezi inşası üzerinde duran Lütfi Bergen’in çalışmaları da yabana atılmamalıdır. Müthiş bir eleştirel bakış açısı olan Lütfi Hoca önümüzdeki yıllarda adından daha sık bahsettirecek görünüyor. Lütfi Bergen’in “Nübüvvet Tarihi Ekseninde Türk Tarih Tezi”, akademi dünyamızca tartışılmalıdır.

Necdet Bey, sizi de yakından takip ediyorum. Gelecekte sizin de iyi bir Türk tarihçisi olarak kendinizden bahsettireceğinize inanıyorum. Bu kıymetli sohbet için tekrar teşekkür ederim.

Necdet CURA

5 4 kere oylandı
İçeriği Değerlendir