
-Umut Bey, bizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. Sizleri tanımak isteriz. Kimdir Umut Başat?
Rica ederim. Benimle böyle bir güzel röportajı gerçekleştirmek için gösterdiğiniz çaba için ben teşekkür ederim. Ben kendisini küçük yaşlardan beri tarihe adamış birisiyim. Ankara’da doğdum, büyüdüm. İlk ve orta öğretimimi orada tamamladıktan sonra 2013 yılında Ege Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazandığım için İzmir’e geldim. 2017’de bölümü Haçlılar üzerine yazdığım bir bitirme teziyle tamamladıktan sonra, 2018’de Ege Üniversitesi Tarih Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimime başladım. 2020’de Haçlı Seferleri’nin en önemli liderlerinden birisi olan Bohemond’un hayatı üzerine yazdığım ‘Taranto Kontu Bohemond (Hayatı ve Faaliyetleri)’ başlıklı tezimle bilim uzmanı olmaya hak kazandım. Bu tezi daha sonra kitap haline de getirip Selenge Yayınları bünyesinde ‘Anadolu’ya Saplanan Hançer: Antakya Prinkepsi Bohemond’un Hayatı ve Faaliyetleri’ başlığıyla yayınladım. Şu an Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Prof. Dr. Erkan Göksu danışmanlığında doktora eğitimime devam ediyorum.
-Şuanda doktora yapıyorsunuz. Anlaşılan konu yine Haçlılar ile ilgili olacak. Peki sizi bu alana yönelten sebepler nelerdi?
Evet, şu an doktora yapıyorum. Konu olarak yine Haçlılardan uzaklaşmıyorum. Bizans-Haçlı ilişkilerinin 12. yüzyıldaki en etkili aktörlerinden birisi olan Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos’un hayatını çalışıyorum. Ben lisedeyken de üniversiteye geldikten sonra da hep Ortaçağ’a ilgi duymuştum. Hem Avrupa Ortaçağ’ı hem Doğu medeniyetlerinin Ortaçağ’ı ayrı ayrı dönüm noktaları içeriyordu. Hem dinleri doğurmuştu Ortaçağ hem de modern dünyanın bugünkü şeklini almasında büyük pay sahibiydi. Eh, Ortaçağ içinde de Batı dünyasına özel ilgi gösterdim. Şanslıyım ki, bu benim özel ilgimi doğru yönlendirecek hocalarla tanıştım. Lisans eğitimimin sonundan itibaren Haçlılar üzerine yoğunlaşıp onların kendi eserlerini verdikleri Latinceyi öğrenmeye çalıştım. Onları anlamak için Bizans çalıştım, Klasik Yunanca öğrendim. Okuyabildiğim kadar çok kitap okudum. Bugün geldiğim noktayı beni doğru yönlendiren hocalarıma borçluyum. Onlara sizin vesilenizle bir kez daha teşekkür ediyorum.
-Haçlı Seferleri bugün hala üzerinde tartışılan bir konu. Bunun ideolojik ve siyasi gerekçelerine konu olarak neler diyebilirsiniz?
Siz de takdir edersiniz ki, tarih içerisinde Haçlı Seferleri bir olay olmaktan çıkmış, artık bir olgu haline gelmiştir. Bu olgu bugün bile ihtiyaç halinde camı kırıp kullanılabilecek bir imdat çekici gibi. Hatırlarsınız, 2001’de ABD Afganistan’ı işgale kalkarken George Bush ‘Bu bir Haçlı Seferi’dir’ demişti. Bundan ötürü Haçlı Seferleri hep revaçta olacak bir konu. Bunun ideolojik ve siyasi gerekçelerine bakacaksak eğer, Ortaçağ’a dönmemiz gerek. Öncelikle şunu bir hafızamıza kazımak gerek ki, Avrupa 11. Yüzyılın sonuna gelindiğinde yıllardır devam eden açlık, yoksulluk ve verimli toprakların darlığı gibi sıkıntıların getirdiği bir kargaşanın pençesindeydi. Bunun yanında, o dönemlerde yayılmaya başlayan ücretli askerlik anlayışı, halkı savaşçılık ve kolonizatör bir yapıya götürüyordu. Avrupa’nın geneline hâkim olan şövalyelik müessesesinin halka özel kahramanlık şarkıları ile desteklenerek gelişim göstermiş olan şeref duygusu, savaşçıya şan ve ün katmakta idi. Böylece barışsever olan kişi, bir daha hiçbir şekilde üzerinden atamayacağı çevresini küçük görme ve hakaret etme duygusunun esiri oluyordu. Halk bu durumda iken, Avrupa’da sosyal ve siyasi anlamda en büyük güç olan kilise, bir yandan mevcut bozuk düzeni nizama sokmanın yollarını arıyor, bir yandan da doğuyu ele geçirme düşüncelerini uygulamak için uygun zaman kolluyordu. Halktaki bu coşku ve savaşma isteği, bu emelde kullanılabilirdi. Tek yapılması gereken şey, bu isteğe doğru şekil verebilmek ve bunu yönlendirebilmekti. İşte tam da burada din devreye girecekti.
Kilise, Doğu’ya bir sefer düzenlenmesi halinde, bu seferin faydalarını halka anlatırken, Kutsal Topraklar faktörünü öne sürerek dini taassubu harekete geçirme yoluna gitmişti. Sosyal ve ekonomik koşulların zorladığı Avrupa halkının, Doğu’nun zenginliğinden faydalanarak zengin olma ve toprak kazanma hırsını, dini kullanarak bastırmaya çalışan Kilise, bunu, kutsal savaşa katılacakların günahlarının affını ve öbür dünyada mükâfatlar verileceğini vadederek yapmaya çalışmıştı. Buradan çıkarmamız gereken sonuç, Kilise’nin siyasal amacını gerçekleştirmek için, ağır sosyal ve ekonomik şartların zorladığı halkı, dinî taassupla harekete geçirdiği ve emellerini gerçekleştirmek için büyük adımlar attığıydı.
Haçlı Seferleri düşüncesinin ilk uygulandığı olay, bildiğiniz üzere, İspanya ve Portekiz topraklarındaki Endülüs Müslümanlarını hedef alan ve onları bu topraklardan kovmayı amaç edinen Reconquista, yani Yeniden Fetih hareketi idi. IX. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar devam eden bu hareket, Yakındoğu’ya yönelen Haçlı Seferleri’nin de fikir babası olmuştu. Anadolu ilk hedef olmak üzere, Doğu’ya bir Haçlı Seferi düzenlemeyi düşünen ve bunun tasarısını bizzat yapan ilk kişi, 1073 yılında Papalık makamına geçen VII. Gregorius idi. Bizans ile yakın ilişkiler kuran ve kiliseleri Haçlı Seferi sayesinde birleştirmeyi düşünen Gregorius, bu planını hiçbir zaman uygulama şansı bulamadı. Batıda kendisine karşı çıkan muhalif hareketlerle mücadelenin ardından, 1085 yılında vefat etti. Bu fikri hayata geçirmek, Gregorius’un ölümünden yaklaşık üç sene sonra papalık makamına geçecek olan, II. Urbanus’a nasip olacaktı.
Burada bir parantez açmak gerekir ki, II. Urbanus papa olduğunda Cluny Tarikatı mensubuydu. 910 yılında d’Aquitaine kontu Guillaume I tarafından kurulan Cluny Manastırı ve Tarikatı, mezkûr zamanda tamamen kişisel girişimciliğe ve güce göre şekillenen Kutsal Ülke’ye yapılan Hacı hareketlerine yeni bir nefes olmuştu. X. yüzyıl sona erdiğinde, muktedir başrahiplerin sayesinde düzenli ve papalıkla kuvvetli ilişkileri olan bir organizasyon haline gelen tarikatın üyeleri, ilk aşamada kendilerini “Batı Hristiyanlığının Muhafızları” olarak addediyorlar ve haccı teşvik edip, bu hac organizasyonunu geliştirmek istiyorlardı. Bu cümleden olarak hac yolları üzerinde çeşitli imar faaliyetlerine giriştiler. Bunlardan ziyade, Cluny Tarikatı XI. yüzyılın başları itibariyle, İspanya’da Müslümanlara karşı yürütülen ve zamanla “Kutsal Savaş” statüsü kazanan Reconquista hareketine de dâhil olmuştu. Bu harekete önemli katkılarda bulunan tarikat, yetiştirdiği din adamlarına da “Kutsal Savaş” fikriyatını aşılamıştı. 1070 yılında tarikata dâhil olan ve çeşitli görevler yapan II. Urbanus’un da kutsal savaş fikrine sahip olmaması, bence zor gözükmekteydi.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, fitili ateşleyen olay Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un Papalık’tan yardım istemesi oldu. Sadece imparatorun kızı Anna Komnena’nın Aleksias’ında bahsettiği bu olayda, İmparator Selçuklu baskısı karşısında hiçbir çıkar yol bulamamış ve nihayetinde paralı asker talebinde bulunmuştu. Hıristiyan dünyasının aktörleri arasında güç mücadelesi içinde bulunan Papa Urbanus bu teklifi kaçırmamış, Batı Hıristiyanlığı’nın üstünlüğü davasında kullanmaya karar vermiş ve Clermont Konsili’nde Haçlı Seferi çağrısı yapmıştı. Sefere katılacakların günahları affedilecekti. Bu, Avrupalıların ‘militan Hıristiyan’ yönlerini harekete geçirmiş ve kutsal savaş fikrini doğurmuştu.
-Bohemond’un Antakya Kuşatması’ndan önceki hayatı ve faaliyetleri hakkında neler söylersiniz?
Bohemond, bildiğiniz üzere, Birinci Haçlı Seferi’nin en tecrübeli liderlerinden birisi. Onun sefer öncesindeki maceralı hayatı ona başarıyı getiren en önemli faktördü. Şöyle bir hızlıca göz atalım. Bohemond, Norman dünyasının en büyük liderlerinden birisi olan Robert Guiscard’ın ve yine Normanların asil ailelerinden birine mensup Alberada’nın oğlu olarak dünyaya gelmişti. Doğum tarihi hakkında kaynaklarda net bir bilgi yok, ancak tarihçiler 1050 ile 1058 yılları arasında doğduğunu kabul etmişlerdi. Bohemond çocukluk ve gençlik yıllarını babasının yanında, Norman ordusunun içinde geçirmişti. Yirmili yaşlarında babasından ilk görevini almıştı. Bir isyanı bastırmakla görevlendirilmiş, ancak başarısız olarak geri dönmüştü.
Buna rağmen babasının ordusunda pişmiş, savaşçılık hünerlerine babasının yanında hâkim olmuştu. Bunu sergilemek fırsatını ise 1081-1085 yılları arasındaki Norman-Bizans savaşlarında bulmuştu. Aynı zamanda bu onun askerî kariyerindeki ilk ciddi sınavı da olacaktı. Babasının yanında Norman ordusunun ikinci komutanı olarak katılmıştı. Bizans’ın Batı toprakları Normanların hedefi olmuş, Bizans için pahalıya patlayacak bir savaş dönemi geçmişti. Bohemond, savaşların ilk yarısında babasının ikinci komutanı olarak görev almış, ancak 1083’te babası İtalya’ya dönmek zorunda kaldığında Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos ile baş başa kalmıştı. Aleksios’a art arda mağlubiyetler yaşatmasına rağmen nihayet Bizans entrikalarıyla sindirilmişti. 1085’te Robert Guiscard’ın ani ölümü, Bohemond’u taht kavgalarıyla uğraşmak için memleketine dönmeye mecbur bırakmıştı.
Robert Guiscard’ın kendisine vekalet etmesi için bıraktığı Roger Borsa, Norman tahtına geçmişti. Bohemond üvey kardeşine karşı bir mücadeleye girişmiş ancak Norman elitlerini yanında bulamayınca küçük Taranto bölgesinin kontluğu kendisine tevdi edilmişti. Ancak Bohemond gibi yüksek idealleri olan, askeri anlamda Bizans gibi bir süper güçle baş edebilecek kabiliyete sahip bir lider için bu küçük kontluk hiç tatmin edici değildi. Kendisine dönüp baktığında, topraksız bir lord gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Bundan ötürü de gözünü dışarıya çevirmiş ve bir arayışa girmişti. Tam da bu sıralarda, üvey kardeşine yardım için gittiği Amalfi Kuşatması esnasında, bölgeden geçmekte olan Haçlı ordularıyla karşılaşmıştı. Haçlıları gördüğünde, şansını Doğu’da denemeyi düşünmüştü. Orada yeni topraklar kazanabilir, kendisine İtalya’dakinden parlak bir gelecek yaratabilirdi. Kuşatmayı bırakıp hemen Taranto’ya döndü ve Haçlı oldu.

-Antakya kuşatması başlamadan evvel Yakın Doğu’daki siyasi manzaradan bahsedebilir misiniz?
Antakya kuşatması başlamadan evvel Yakındoğu’da siyasi manzara oldukça karmaşıktı ve tarih sahnesi çok aktörlü bir yapıdaydı. Bu aktörlerden en önemlisi şüphesiz Büyük Selçuklular idi. Sultan Melikşah’ın 1092’deki ölümü Selçuklu topraklarında ciddi bir otorite boşluğu yaratmıştı. Üstüne aynı yıl vezir Nizamülmülk’ün de öldürülmüş olması merkezi otoriteyi zayıflatmıştı. Bu ortamda tahta çıkan Mahmud’un küçük yaşta olması bir iç savaş dönemini başlatmıştı. Selçuklu topraklarında parçalanmaz kaçınılmaz durumdaydı.
İran’da bunlar olurken, Anadolu’da 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında pek çok siyasi teşekkül kurulmuş, içlerinden Anadolu Selçukluları sivrilmişti. Yaklaşık 15 sene içerisinde Anadolu’nun büyük çoğunluğuna hâkim olmuşlardı. Ancak 17 Temmuz 1097’de İznik Haçlılar tarafından ele geçirilince Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan doğuya doğru çekilmek zorunda kalmıştı. Önce Doryleion’da, sonrasında da Akşehir’de Haçlılara karşı koymaya çalışsa da etkili olamamıştı. Haçlıların Antakya’ya ilerleyişi durdurulamamıştı.
Suriye’ye baktığımızda ilk göze çarpan şey, Antakya, Halep ve Dımaşk gibi önemli şehirlerin birbirinden bağımsız Türkmen emirlerin kontrolünde olmasıydı. Bunlar kağıt üzerinde Büyük Selçuklu idaresine bağlılardı, ancak bağımsız hareket ediyorlardı. Antakya’da Yağısıyan, Urfa’da Süleyman, Halep’te Rıdvan ve Dımaşk’ta Dukak bu emirlerin en bilinenleriydi. Bu emirlerin arasında ciddi bir rekabet vardı ve birbirlerine güvenmiyorlardı. Bu güvensizlik ortamı Haçlılara karşı bir birleşik cephe oluşmasını engelliyordu.
Bizans’a gözümüzü çevirdiğimizde, orada da pek parlak bir manzarayla karşılaşmayız. Anadolu Malazgirt Savaşı sonrasında büyük oranda Türkler tarafından ele geçirilmiş, imparatorluk bir kaosun içine sürüklenmişti. Bu kaostan imparatorluğu çıkaran imparator I. Aleksios Komnenos önce Norman tehdidini savuşturmuş, sonra Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara akmakta olan Türk topluluklarını kontrol altına almış, son olarak da Anadolu’yu geri alma çabasına girişmişti. Haçlı Seferi’nin oluşumunda da onun yaptığı çağrının etkili olduğu düşünülmekteydi. Aleksios Haçlı prensleriyle anlaşmalar yaparak eski Bizans şehirlerini yeniden kontrolüne almayı planlasa da işler öyle ilerlememiş ve Haçlılar kontrolden çıkmıştı.
Haçlılar Anadolu’da ve Antakya’da mücadele halindeyken, Yakındoğu’da Fatımi Halifeliği yükselişteydi. Şii oldukları için Selçuklular ile dini rakip durumunda olan Fatımiler, Haçlılar Antakya ile uğraşırken Kudüs’ü de Selçukluların elinden almışlardı. Bu gelişmeyi haber alan Haçlılar ilk aşamada Fatımiler ile dostça temaslar kurmuşlardı, ancak onların Kudüs hedefi ve Kudüs’ün Fatımilerin eline geçmesi ileride çatışmaların yaşanmasını kaçınılmaz hale getiriyordu. Öte yandan Haçlıların dostça temaslar kurdukları bir diğer unsur da Ermeniler idi. Anadolu’da ve Kuzey Suriye’de prenslikler kurmuş olan Ermeni aristokratlar Haçlılara destekler sundular. Urfa bu destekler sayesinde ele geçirildi ve burada bir Haçlı Prensliği kuruldu. Bu desteklerin başlıca nedeni Ermenilerin Haçlıları bir kurtarıcı olarak görmeleriydi.
Bu manzarayı yeniden incelediğimizde, Selçuklu parçalanması, Bizans’ın kaos döneminden çıkıp yeniden toparlanma çabası, Fatımi-Selçuklu rekabeti ve Suriye’deki Türkmen emirlerin birbirlerine besledikleri düşmanlık nedeniyle Yakındoğu istikrardan yoksun dağınık bir görüntü veriyordu. Bu parçalanmış siyasi yapı hiç şüphesiz Haçlıların ilerlemesinin önünü açmış ve Birinci Haçlı Seferi’nin tek başarılı sefer olmasına neden olmuştu.
-Antakya kuşatması nasıl başladı?
1096 yılının Kasım ayından itibaren Konstantinopolis’te toplanmaya başlayan Birinci Haçlı Seferi liderleri Bizans tarafından Anadolu’ya geçirilmiş, 1097 yılının Mayıs başlarında İznik önlerine ulaşmışlardı. Yaklaşık bir buçuk aylık bir kuşatmayla İznik teslim olmuş, Haçlılar yola devam etmişlerdi. Önce Dorylaion’da, sonra Akşehir civarında Anadolu Selçukluları ile yapılan savaşlarda aldıkları galibiyetler sonunda Haçlılar 21 Ekim 1097 günü Antakya önlerine gelmişlerdi. Seferin bu noktasına kadar Bohemond çok öne çıkmamış, sadece Dorylaion’da Haçlıları ipten alan lider olmuştu. Ancak Antakya Kuşatması boyunca Bohemond Haçlıların başkomutanı gibi hareket edecek ve sözlerini diğere liderlere geçirecekti. Artık kuşatmanın en önemli figürü oydu.
Antakya kağıt üzerinde Büyük Selçuklulara bağlı olan ancak bağımsız hareket eden Yağısıyan isimli bir emir tarafından yönetilmekteydi. Emir Yağısıyan Haçlıların gelişine karşı bazı önlemler almış ve şehri tahkim ettirip savunmayı sağlamlaştırmıştı. Savunmaya bu kadar önem vermesinin en büyük nedeni civardaki Selçuklu emirleriyle ilişkilerinin bozuk olması ve onlardan yardım alamayacak oluşuydu.
Antakya bölgenin en büyük ve en iyi tahkimatlara sahip şehirlerinden biriydi. Sırtını Silpios Dağı’na yaslayan şehrin etrafı yaklaşık 12 kilometrelik bir sur hattı ile çevriliydi. Surlarda 360 kadar kulenin olduğu düşünülmekteydi. Benim sahada yaptığım incelemelere göre, dağ surlarının kalınlığı ova surlarına göre daha düşüktü ve buradaki kuleler birbirini görecek şekilde yakın inşa edilmişti. Arazinin sarp olması, kulelerin birbirlerine yakın konumlandırılması ciddi bir muharebe ve muhabere avantajı sağlıyordu. Şehrin ovaya yayıldığı bölgedeki surlar daha kalındı ve bu dağ surlarına göre iki kat koruma sağlıyordu. Antakya’yı karşınıza alıp baktığınızda ilk fark ettiğiniz şey bu şehri hücumla almanın neredeyse imkansız olduğuydu.
Surların ve savunmanın bu durumu karşısında Haçlıların sayı ve imkanları yeterli değildi. Elde olan askerlerle kuşatmak mümkün değildi. Bundan ötürü şehrin beş büyük kapısını ancak kuşatabilmişlerdi. Diğer irili ufaklı kapılardan şehre yardımlar ve destekler giriyordu. Savunmacılara gelen yardım ve desteklerin yanı sıra bu boşluklar Haçlıların da işine yarıyordu. Zira kuşatmanın başlangıç aşamasında onlar da içeriden bilgiler alabilecek ve savunmacıların durumlarını rapor edebilecek bağlantılar kurmuşlardı.
Kuşatmanın başlangıcında Haçlıların ilk planları ve amaçları şehri tam bir ablukaya almaya çalışmaktı. Zira şehri doğrudan yıpratmak ve surları aşmak pek mümkün değildi ve kuşatma uzadıkça açlık, hastalık ve moral bozukluğu problemleri baş gösterecekti. Buna ek olarak Haçlılar şehre ihanet edecek birilerini de arıyorlardı. Yerel gayrimüslim halktan destek toplamaya çalışarak Yağısıyan’a ihaneti teşvik ediyorlardı. Bu ihaneti sağlayacak ve şehri çabalarıyla ele geçirecek olan da yine Bohemond olacaktı.
–Antakya’nın Haçlılar tarafından alınmasının sebepleri nelerdir? Bu bölgeyi Kudüs’e giden yol üzerindeki bir kilit olarak düşünürsek bölgenin stratejik önemi hakkında ne diyebilirsiniz?
En başta şunu söyleyebiliriz ki, Antakya Anadolu ile Suriye ve Filistin bölgelerine geçişi sağlayan en müsait konumda bulunuyordu. Suriye ve Filistin coğrafyası için ana geçiş kapısı diyebiliriz. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda, Haçlıların Kudüs yolunda ilerleyebilmeleri için Antakya kesinlikle alınması gereken bir şehirdi. Hinterlandına hakim olması da Haçlıların ardını koruması açısından kilit konumdaydı. Ayrıca Haçlıların Bizans ile de rekabet içine girmeleri, imparatora ettikleri bağlılık yeminine rağmen Antakya’da hem insani hem de maddi kayıplara uğradıkları için şehrin kontrolünü kendilerine almak istemeleri de göz ardı edilmemelidir. Zaten Antakya’nın kontrolünü Bizans’a bırakmamaları Haçlılar ile Bizans arasındaki gelecek ayrışmaların da başlangıç noktasını teşkil etmiştir. Tüm bunlara ek olarak Antakya’nın dini kökleri de kenti almak istemelerinde önemli bir etkendir. Antakya Hıristiyanlığın başından beri bir patriklik merkeziydi ve Hıristiyanlığın başlarındaki önemi nedeniyle Batı Hıristiyanlığı için de önemliydi. Kudüs’ü alıp hedeflerine ulaşmadan önce Antakya’nın alınması Haçlılar için bir moral kaynağı olacak ve Tanrı’nın yanlarında olduğuna inanacaklardı. Şehri ele geçirdikten sonra ortaya atılan Kutsal Mızrak meselesini de bu minvalde okumak gerekir.
Antakya öyle bir konuma sahipti ki, bu şehri alan rahatlıkla Kuzey Suriye’yi kontrol edebilirdi. Bu sadece askeri açıdan değerlendirilmemelidir. Suriye’nin ticaretinde de söz sahibi olabilirlerdi. Zaten maddi kayıpları büyüktü ve bu onlara kalıcı maddi gelirler kazandırabilirdi. Ticari konum siyasi üstünlükle pekiştirilebilirdi. Ayrıca konumu gereği Antakya Kudüs yolundaki Haçlıların lojistik ihtiyaçlarını da karşılayabilirdi. Limana olan yakınlığı, karayoluna kıyasla daha güvenli olan deniz yolundan sınırsız lojistik destek gelmesi manasına geliyordu. Böyle bir konumdaki şehrin ele geçirilmesi bölgedeki güç dengelerini de değiştirirdi. Nitekim şehir düşünce bölgede yeni askeri ve diplomatik ittifak arayışları da başlamıştı. Tüm bunlar göz önüne alındığında ortaya çıkan tablo, Haçlıların bir stratejiyle ilerlediklerini ve Antakya’yı Kudüs yolunda bir eşik olarak değerlendirdiklerini gözler önüne sermekteydi. Bu eşiği aşmak için 8 aydan fazla bir süre kuşatmada kalmışlar ve vazgeçmemişlerdi. Bohemond’un çabaları sayesinde şehir ihanetle ele geçirilmiş ve Antakya’nın düşüşü Birinci Haçlı Seferi’nin rotasını tayin etmişti.
-Bohemond’un Bizans seferini bize anlatabilir misiniz?
Bohemond’un Bizans Seferi’ni anlatmadan önce, dilerseniz sefer öncesi yaşadıklarına bir göz atalım. Zira Bohemond’u Bizans üstüne yürümeye yönlendiren saikleri önceki yaşadıklarında görebiliriz. Bildiğiniz üzere, Bohemond’un önderliğindeki Haçlı orduları yaklaşık sekiz buçuk aylık bir kuşatmanın ardından Antakya’yı ele geçirmişlerdi. Bunda aslan payı Bohemond’un idi, çünkü Haçlıların şehre girmesini sağlayan Ermeni dönmesi Firuz ile kuşatma başından beri irtibat halindeydi. Şehrin ele geçirildiği 1098 yılının 2 Haziran’ını 3 Haziran’a bağlayan gece planı yapan da Bohemond idi. Tüm bunlardan ötürü şehir üzerinde hak iddia etmekteydi. Ancak planlarını devreye sokacağı zaman, Kürboğa komutasındaki bir Selçuklu ordusu Antakya önlerine gelmişti. Haçlıları sonsuza dek bu topraklardan defetmek isteyen bu ordu ile 28 Haziran günü bir savaş yapılmış ve yine Bohemond’un savaş planları sayesinde Selçuklular mağlup edilmişti.
Selçuklu tehdidi de ortadan kaldırılınca Haçlı liderleri bir dizi toplantı yapmışlardı. Şehri yaptıkları anlaşmalar ve ettikleri bağlılık yeminleri nedeniyle Bizans’a teslim etmek isteyen liderlere karşı Bohemond ve birkaç lider şiddetli savunmalar yapmışlardı. Nihayetinde şehir Haçlıların kontrolünde kalmış, ancak Bohemond şehrin tam kontrolünü alamamıştı. Devam etmek zorunda olan Birinci Haçlı Seferi nedeniyle şehirde tek hakim olarak kaldığı 1099 yılının Ocak ayına kadar şehirde hakimiyet mücadelesi vermişti. Ancak bu tarihten sonra burada kurduğu siyasi teşekkülün temellerini atmaya başlamıştı. İşte bu noktada sık sık Bizans ile çıkarları çatışacaktı. Hem Kilikya’da hem Suriye’nin en güçlü liman şehri Lazkiye’de defalarca Bizans kuvvetleriyle karşılaşmıştı. Bunlar bize gösteriyordu ki, Bohemond ve Bizans artık birbirlerinin doğal rakipleriydiler.
Bohemond yeni kurduğu devletin sınırlarını güvene almak ve uzun süre yaşamasını sağlamak için hem Suriye’de hem Kilikya’da hem Anadolu’nun güneydoğusunda doğrudan ya da dolaylı bir dizi harekata girişti. Savaşı bir genişleme aracı olarak kullandı. 1100 yılı başlarında hem devleti hem de unvanı Papalık temsilcisi Daimbert tarafından resmi olarak tanınan Bohemond, Kuzey Suriye’de ciddi askeri harekatlara girişti. Halep emiri Rıdvan’ın elinden pek çok kaleyi alıp onu Kella Savaşı’nda mağlup ederek sınırlarını ve dolayısıyla devletini güvenceye aldı. 1100 yılı Temmuz’da Halep’i ele geçirmek için çıktığı seferde kendisine Malatya’ya gelmesi ve şehri Danişmendlilerin eline geçmeden önce teslim alması gerektiğini söyleyen bir mektup aldı. Malatya Bohemond’un Bizans ile mücadelesinde çok önemli noktadaydı, zira Malatya’yı elinde tutan Anti-Toros geçitlerini de elinde tutardı. Bohemond’un hem Malatya’ya hem de Antakya’ya sahip olması demek, Bizans karşısında Anadolu ve Suriye hakimiyetleri için ciddi üstünlük sağlaması demekti.
Ancak işler Bohemond’un planladığı gibi olmadı. Bohemond Malatya önlerinde Danişmendliler tarafından pusuya düşürüldü ve esir alındı. Niksar’da yaklaşık 3 sene esir hayatı yaşadı. Bu esaret süreci onun hayatında derin izler bıraktı ve kişiliğinde bazı değişimlere neden oldu. Zira esaretten kurtulduktan sonra Antakya’daki mücadelesinde yaşadığı art arda olumsuz sonuçların ardından pes edip 1104 yılının sonlarında İtalya’ya döndü. Burada büyük bir coşkuyla karşılandı, çünkü son yıllardaki yaşadıklarına rağmen Bohemond Birinci Haçlı Seferi’nin en ünlü komutanıydı. Bu coşkudan faydalanmak isteyerek hızlı bir şekilde Papalık makamına çıktı ve Papa’yı Bizans’a karşı yapılacak bir Haçlı Seferi’ne ikna etti. Bu Haçlı Seferi fikrinin kişilerin iktidar hırslarına alet edildiği ilk örnekti ve son da olmayacaktı.
Papalık’ın ikna edilmesi ve kutsal sancağın arkasında toplanılacak olması, Bohemond için güzel bir başlangıçtı. Hız kesmeden devam etti ve İngiltere Kralı I. Henry’ye haberciler gönderdi. Yeni sefer için asker talep etse de olumlu bir cevap alamadı. Fransa Kralı ikna edildiği müddetçe bu olumsuz haber çok da önemli değildi. 1106 yılının Mart ayında Bohemond Fransa’ya geçti ve Kral Philip’i Bizans’ın Birinci Haçlı Seferi’ndeki yaptıklarıyla Haçlılara ihanet ettiği ana fikrine ikna etmekte zorlanmadı. Üstüne kralın kızı Constance ile evlendi ve böylelikle kralın tüm askeri ve siyasi desteğini arkasına aldı. 1107 yılının Ekim ayında Brindisi’den Bizans topraklarına doğru yelken açarken Bohemond’un ordusunda 60 bin civarında asker olduğundan söz ediliyordu. Böyle bir orduya karşı koymak korkutucu görünebilirdi, ancak Aleksios Komnenos da artık tecrübeli bir imparatordu ve tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. 26 sene önceki tecrübesiz imparator yoktu Normanların karşısında.
Bohemond’un Bizans seferi hızlı başladı. 10 Ekim 1107 günü Avlona ve civarındaki tüm kıyı şeridi Haçlıların eline geçti. Çevredeki şehirler ve yerleşim yerleri yağmalandı. Harekatın ilk adımı başarıyla atılmıştı. Şimdi sırada harekatın geleceğini belirleyecek olan adım vardı. Bölgenin en büyük şehri Draç 13 Ekim’de kuşatıldı. Bu şehir çok önemli bir eşikti, çünkü Draç aşılmadan imparatorluğun içlerine gitmek mümkün değildi. Bohemond Konstantinopolis’e yürümek istiyor, Aleksios’u tahtından indirmeyi amaçlıyordu. 26 sene önce babasının durduğu yerden, onun planlarını uygulamayı düşünüyordu. Robert Guiscard şehri ihanetle almıştı, ancak Bohemond’un işi hiç kolay değildi. Şehre yaptığı hücumlar bir bir akamete uğruyor, planları tutmuyordu. Üstelik İmparator Aleksios Komnenos da Konstantinopolis’ten yola çıkmış bölgeye geliyordu.
Bohemond Draç’ı aşamadıkça işinin kolay olmayacağını biliyordu. Çevredeki irili ufaklı kaleleri ele geçiriyor, içerilere geçmek için dağlardan yollar arıyordu. Ancak bölge halkı topyekûn bir direniş gösteriyordu. Kuşatma araçlarıyla Draç’a yapılan hücumlar püskürtülüyor, lağımlar patlatılıyor, şehir çok iyi şekilde direniyordu. Aylar geçiyor, mevsimler geçiyor ama Bohemond’un askerleri hiç ilerleyemiyorlardı. Bahar’da bölgeye gelen Aleksios bunlardan faydalanmayı bildi ve o meşhur Bizans entrikalarıyla Bohemond’un kurmaylarının aklını çelmeyi başardı. İmparator geçmişten ders çıkararak göğüs göğse mücadeleden geri durmuş ve en iyi bildiği işi yapmıştı. Bunda da başarılı oldu. Bohemond’un askerlerince alınan çevredeki önemli Bizans kaleleri tekrar alınırken, Haçlıların karargahı denizden ve karadan ablukaya alındı. Bohemond ordugahına herhangi bir iaşe maddesi sokamaz duruma geldi. Bizans tarafından pek çok Haçlı komutan entrikalarla saf değiştirmek zorunda bırakıldı. Eli kolu bağlı durumda kalan ve kayda değer ilerleme kat edemeyen Bohemond, kurmaylarının da telkinleriyle imparatordan barış istemek zorunda kaldı. 1108 yılının Eylül ayında Devol Antlaşması imzalandı ve Bohemond’un Bizans seferi resmen sona erdi.
Bohemond imparatora ve oğluna sadık kalacağına, Bizans düşmanlarına karşı düşmanlık edeceğine ve Yakındoğu’daki toprakları Bizans’a teslim edeceğine dair yemin ederek utanç içinde ülkesine döndü. Maceralarla ve başarılarla dolu bir hayatı olan, kendisine bir devden esinlenilerek bu isim verilen Bohemond, son günlerine diplerde girmek zorunda kalmıştı.
-Bohemond’un hayatının son yılları hakkında neler söylersiniz?
Bohemond’un son yılları hakkında kaynaklarda da kayda değer bir bilgi yok. Küçük kontluğunun yönetim işleriyle ilgilendiğini, birkaç önemsiz kilise bağışı yaptığını biliyoruz. Bunlar da hep kilise ve manastır kayıtlarından elde ettiğimiz bilgiler. Ama şunu net olarak söyleyebiliriz ki, hayatı boyunca mücadele içinde olduğu Aleksios’tan aldığı ezici mağlubiyet ve imzalamak zorunda kaldığı utanç verici anlaşma hayatının sonuna kadar aklından çıkmamıştır. Zira hayatının son yıllarında Bizans’a karşı bir ordu topladığını da biliyoruz. Ancak bu hazırlıklarının sonunu görmeye Bohemond’un ömrü yetmemiştir. Ellili yaşlarının ikinci yarısındayken hastalanmış ve 7 Mart 1111 günü ölmüştür. Şüphesiz babasından sonra Norman dünyasının en büyük kahramanlarından birisidir. Arkasında bıraktığı hikayeler kadar eşsiz bir mezar şapelinde, Canosa’daki St. Sabinus Katedrali’nde defnedilmiştir.
-Son olarak bize eklemek istedikleriniz neler?
Öncelikle bu güzel röportaj ve birbirinden önemli sorularınız için teşekkür ederim. Benim adıma çok keyifli oldu. Son olarak şunu belirtmeden geçemeyeceğim ki, Türkiye’deki Haçlı Seferleri çalışmaları büyük ilerleme gösterdi. Artık konu yelpazemiz çok genişledi. Ancak yine de seferleri aktörlerinin gözünden inceleyebileceğimiz ve sefere katılan komutanların tecrübelerinin seferleri ne denli etkilediğine dair fikirler edinebileceğimiz çalışmalar çok yetersiz. Umarım bu konuları görebileceğimiz çalışmaların sayısı hızla artar. Saygılarımı ve sevgilerimi sunuyorum…
Katkılarınız için teşekkür ederiz.
Yazar: Necdet Cura