Rene Grousset – Bozkır imparatorluğu

1939 yılında Fransız tarihçi Rene Grousset tarafından kaleme alınan bu doyurucu eseri tasarladığım sürede bitiremesem de geniş zamana yayılan bu süreçte çok keyif aldığımı belirtmeliyim. Hayat, açık şekilde biz planlar yaparken başımıza gelenlerden ibaret. Neyse ki bu tanıtımı yazmak kısmet oldu.

Grousset, tipik oryantalistler gibi olmasa da Haçlı bakış açısını bir miktar barındırdığı yorumları dışında gayet objektif bir yapıt ortaya çıkarmış. Kendisi Doğu tarihi konusunda yüksek ihtisas sahibi olup Asya ülkelerinin çoğunda bulunmuş… Çin’den Fransa’ya, Moğolistan’dan Orta Doğu’ya kadar pek çok alana yayılmış olan Türk-Moğol topluluklarına ait kaynakları hem de o zamanın imkânları ile incelemek pek kolay olmasa gerek… İsimlerini okurken dahi zorlandığım, bazen birbirine karıştırdığım çeşitli yer ve kişi adlarını -ki bunların çoğu Çince, Moğolca, Mançu-Tunguzcaydı- gayet muntazam şekilde kullanan tarihçi, işinin hakkını vermiş. Birkaç yerde “barbar” kelimesini kullansa da bunu bugün çoğu Batılının kullandığı manada değil bir kültür tanımı olarak değerlendirmiş.

Bu kendine has kültürü, şartların yarattığını ve aynı şartların neticesinde yükselip-gerilediğini açık bir mantık çerçevesinde aktarmış. Demiri kullanmadaki mahareti ile uzun menzilli okları ve daha hızlı atları sayesinde bütün medenî-yerleşik kavimlere üstünlük kuran göçerler, zamanla teknolojiyi yakalayamayıp ateşli silahlar karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bu yüzlerce yıllık serüven farklı kıtalarda, farklı isimlerle aynı şekilde cereyan etmiş. Benim gibi eski Türk tarihi meraklıları için bulunmaz bir eser olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Yetkin tarihçi, bozkır medeniyetinin tarihini neolitik çağa kadar götürüyor. Giriş bölümünde bozkırın coğrafi ve dehşetli fiziki şartlarından bahsediyor. +38 ile -40 arasında değişen sıcaklık farkları görülen, neredeyse kutup bitki örtüsüne sahip can çekişen otlaklardan oluşan deniz seviyesinden çok yukarılarda yer alan bu çetin bölge ayrıntılı şekilde ele alınmış ki bu da okuyucunun şeraiti daha kolay kavramasını sağlıyor.

Birinci fasılda, bu çağdan XIII. yüzyıla kadarki Yukarı Asya’nın genel görünümünü ele alıyor. Fransız tarihçi bu bölüme başlarken bozkırı bir medeniyet olarak nitelendiriyor ve eldeki bulgulardan örneklerle bu medeniyetin ne kadar kadim olduğunu vurguluyor. İskitleri, İrani bir kavim olarak kabul ediyor ki bu konu bildiğim kadarıyla hala tartışmalıdır. Hatta o dönemki Hun-İskit benzerliğini şartların gerekliliğine bağlayıp kökenle hiçbir bağının bulunmadığını da savunuyor. Ayrıca bu fasılda bozkır insan tipinden bahsedilirken Moğol, Hun, İrani fark etmeksizin benzer dış görünüşlerinin benzerliğine dikkat çekiliyor Bu arada kitabın sonu da İskit sanatına dair güzel örnekler var. Yine Atilla’nın Avrupa Hunları, Göktürk ve Uygur Kağanlıkları ve elbette Deşti Kıpçak’ta kurulan Türk devletleri bu bölümde anlatılmış. İkinci fasıl, “Cengiz Han’ın Moğolları” başlığını taşıyıp malum imparatorluğun kuruluşundan yıkılışına Asya ve Avrupa kıtalarını avuç içi haline getirmesi çeşitli kaynaklar vasıtasıyla irdelenmiş. Kitabın en uzun safhası burası zira Kıpçak ve Timur İmparatorluklarını da içeriyor.

Yeryüzünün en büyük cihangirlerinden birinin hâkimiyeti oldukça teferruatlı şekilde ele alınmış. Vahşi ve merhametsiz olarak anlatılan Cengiz’in aslında anne ve karısının görüşlerini çok ciddiye alan bir hükümdar olduğunu görüyoruz. Hatta bir nevi ruhban-imparatorluk kavgasında çevresindeki kadınların doğru telkinleri ile birlikte bu çatışmayı önlemeyi başarmıştır. Okuma yazma dahi bilmeyen, at uşakları giyinip beslenerek, askerleriyle aynı çadırlarda kalan ama kendi devrinde yeryüzünün altı yönüne boyun eğdiren bir hükümdar… Sonrasında evlatları elinde bölünen mirası ve bozkırın acımasız kanunları gereği otorite için yeni çatışmalar silsilesinin başlaması. Yazar, Timur’u da katliamcı olarak niteler ama onu daha entelektüel bulur ki haksız da değildir. Okuyan, satrancı geliştiren ve tam bir savaş sanatı dâhisi olan bu imparator yeri geldiğinde çok gaddardır. 1386’da Hilmend Irmağı’nı tahrip ederek bendi yıktırmış ve Seistan denen tarım şehrini çöle çevirmiştir. 1936’da bölgeyi ziyaret eden seyyahlar bu yıkımın izlerini yüzyıllara rağmen görmüştür. (s.467)   

Kapanış üçüncü fasıl ve “Son Moğollar” başlığı ile yapılıyor ve Altın Orda Devleti’nden başlayıp XVIII. Moğol dünyasında sona eriyor. Daha önce Rus Devleti Tarihi’ni okuduğum için Altın Orda adını duyunca içerlerim. Yüzyıllarca Türk hanlıklarına bağlı birer prenslikten başka bir şey olmayıp devlet teşkilatını dahi Türklerden öğrenen Ruslar, Deşti Kıpçak’ta bu devlet döneminde boynuz olup kulağı geçmiş ve o zamandan beri başımıza bela olmaktadır. Ancak bu bölümü okurken yenilmez gibi görülen bozkır ordularının aslında bilim ve teknoloji karşısında nasıl da aciz kaldığını hissediyorsunuz. Son Moğollar olan Batı Moğolları Cengiz Han’ın imparatorluğunu diriltmeye çalışmış ancak ne başlarında bir Cihan Fatihi ne de eski konjonktür vardır. (s.577)

Fransız tarihçinin “doğuştan süvaridir” diye övdüğü bozkır adamları on üç asır boyunca iki eski kıtanın nerdeyse tamamına hükmetmeyi başarmış(s.23). Kitabın genelinde Türk ve Moğol aynı ırk olarak kabul edilmese de ortak devlet yöneten veya akraba olan –hiç değilse- bozkır medeniyetinin bir parçası olmak açısından zaman zaman bir tutulmuş görünüyor. Çin, Arap veya Fars gibi yerleşik medeniyetler üzerinde hâkimiyet kuran bu topluluk hakkında yazar her ne kadar: “Bozkır’ın tarihi, en güzel otlakları ele geçirmek için itişip-kalkışan ve bazı hallerde gezinmeleri asırlar süren, hayvan sürülerini yaylak ve kışlaklar arasında getirip götüren Türk-Moğol kavimlerinin tarihinden ibarettir.”(s.19) diyerek küçümser bir dil kullansa da yine eserinin 190.sayfasında şu cümlesinden hayranlığını gizleyemediğini çıkartabiliriz: “Özellikle bazı zeki aşiret önderleri, iç mücadeleleri önlemek başarısını göstererek yerleşik halkın kralı durumuna gelebilirdi, zira bütün bu Türklerde doğuştan hükmetme duygusu mevcuttur.”

 Geçen asrın son çeyreğinde dönemin imkân ve şartları da göz önüne alınırsa Grousset’nin, çok meşakkatli ve bir o kadar da önemli bir iş çıkardığı anlaşılacaktır. Mezkûr eseri 30 haritayla da zenginleştiren Batılı tarihçi, sanat tarihi konusundaki uzmanlığını da konuşturup kitabın sonuna “Bozkır Sanatı” bölümünü yerleştirip bu konuda da okuyucunun istifade etmesini sağlamış. Kendi sahasında otorite olarak kabul edilen yazar ön sözünde asırlarca dünyaya hükmeden bu kültürün nasıl geri kaldığını çarpıcı şekilde açıklar: ”Rus Çarı Aleksandr’ın 1807’de Napolyon’a karşı muharebe meydanında çıkarttığı kalmuk okçuları, tarih öncesi avcıların ortaya çıkması kadar demode gözükmüştür. Hâlbuki aynı okçular, daha üç asır önce dünya fatihleri olmaktan çıkmışlardı.”

Bu tarz kitapları yayımlamasıyla bilinen Ötüken Neşriyat, ilk baskısını 1980’de yaptığı bu eseri 2019 yılı itibariyle tekrar ilgilisine sunmuş. Ben bu kadar açık, anlaşılır ve doyurucu olmasını beklemiyordum açıkçası. Tarih severler için harika bir eser olduğu kanaatindeyim.

Bozkır İmparatorluğu, Rene Grousset, s.632, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009.

Yazar: Okan Balkan

5 3 kere oylandı
İçeriği Değerlendir