Biyografik eserler, insani duyguları, hırsları ve idealleri, tarihi olay ve olgular ile mezcetmek suretiyle geçmiş bir zamana ve mekâna, tarih anlatılarının pek beceremediği bir biçimde pencere açabilmektedir. Genel tarih anlatısında, insani vasıflardan sıyrılarak adeta “mekanikleştirilen” pek çok olay ve olgu, biyografik eserlerde farklı formlarda karşımıza çıkabilmektedir. Bu yönüyle biyografi ve otobiyografi çalışmalarının, tarihi dönem, olay ve olguları kavrama açısından önemli bir boşluğu doldurduğunu söyleyebiliriz.
Bu yazıda incelenen eser İngiliz casus, arkeolog, Arap uzmanı, dil bilimci, yazar, şair, fotoğrafçı, dağcı ve “toplum mühendisi” Gertrude Bell’in hayatını anlatan ve Georgina Howell tarafından kaleme alınan “Çölün Kızı: Gertrude Bell’in Olağanüstü Yaşamı” başlıklı biyografi çalışmasıdır. Tarih ve Kuram Yayınları tarafından yayımlanan çalışma, 16 bölüm ve 512 sayfadan oluşmaktadır. Biyografik bir eser olması dolayısıyla bölümler, Bell’in hayatının farklı evrelerini çerçevelendirmektedir. Eğitim hayatı, cemiyete girişi, dağcılık faaliyetleri, çöl seyahatleri, özel yaşamı ve savaş çalışmaları bu farklı bölümlerin genel temalarını oluşturmaktadır. Eserin Türkçe’ye çevirisi oldukça iyi bir şekilde gerçekleştirilmiş olup akıcı bir şekilde okunabilmektedir.
Yazarın kullandığı dil, erkek egemen dünyada bir kadın olarak başardıklarından dolayı Gertrude Bell’e hayranlık beslediğini açıkça göstermektedir. Bu hayranlık çoğu kez olay ve olgulara yaklaşım hususunda tarafgirliğe sebep olsa da; bu tarafgirlik, eleştirel düşünebilen ve olayların tarihi arka planına orta düzeyde vakıf olan okuyucu için rahatsızlık vermeyecek ve olayların muhakemesini manipüle edemeyecek bir samimiyet ve saflıktadır.
Bu eserde bir İngiliz casusunun çöllerde yaşadığı maceraları, kovalamacaları, savaşları veya çatışmaları okuyamayacağınızı baştan söyleyebiliriz. Zira yazar, casus nitelendirmesini Gertrude Bell için kullanmamakta, hatta bu ifadeyi kullanmamak için çoğu kez kıvrandığı hissedilmektedir. Nitekim Gertrude Bell’in basit bir casus olmadığını belirtmekte yarar var. Bu tanımlama onun için gerçekten de yeterli olmayabilirdi.
İngiltere’de demir-çelik endüstrisi sahibi zengin bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Bell, öncelikle özel öğretmenlerden aldığı derslerle yetiştirilmiş, ardından Oxford’a kabul edilen ilk kadın unvanı ile giriş yapmış ve dereceyle mezun olmuştur. Arkeoloji, tarih ve coğrafya alanlarında gördüğü eğitim, onun sonradan gerçekleştireceği pek çok geziye ilham kaynağı olmuştur. Kendisini Ortadoğu çöllerine getiren de başlangıçta bu merak olarak sunulmaktadır. Büyük Britanya’nın Kuveyt’e asker çıkardığı, Arap yarımadasının kontrolden uzak doğu kesimlerinde İngilizlerin gerçekleştirdiği ufak çıkartma harekâtlarının olduğu bir döneme denk gelen bu yolculuklar, her ne kadar kafalarda soru işareti oluştursa da; Gertrude Bell’in bu ilk Ortadoğu seyahatlerinde resmi bir görevi olduğuna yönelik herhangi bir ipucu yoktur. Nitekim ailesinin zenginliği sayesinde kendine özel olarak kurduğu kervanlarla seyahat etmekte ve arkeolojik alanları dolaşmaktadır. Ancak Arap diline ve Araplara olan ilgisi, aşiretler meselesine odaklanmasına vesile olmuş ve adeta aşiretler hiyerarşisi ve ilişkiler ağını zihninde inşa etmiştir. Bu gezilerinde edindiği fikirler sonradan İngilizlerin, Arap ayaklanmasını idare etmek üzere teşkil ettikleri Kahire Bürosu’na önemli veriler sağlamıştır.
Bell, Osmanlı Devleti’nin Suudları ortadan kaldırmak için desteklediği Reşidilerin çölün ortasında bulunan merkezilerine (Hail’e) de bir yolculuk gerçekleştirmiş ve Reşidi hanedanının geleceğini olumlu görmediğinden İngilizlere Suudlar ile çalışılması yönünde öneride bulunmuştur. Bunun üzerine İngilizlerin Suudlara silah, cephane ve para desteğinin artmış olduğu söylenebilir. Nitekim bir süre sonra Reşidilerin konfederasyonu olan Cebel Şammar Emirliği, Osmanlı Devleti ile aynı yıllarda tarihe karışarak aynı akıbeti yaşamıştır.
İlerleyen yıllarda kendisine Kahire Bürosu ve ardından da Hindistan Kuvvetleri’nde resmi görevler verilerek siyasi subay[i] olarak çalışması sağlanmıştır. Gertrude Bell’in Arap coğrafyasındaki ideali, kendi kendisine çizmiş olduğu bir hedefler yumağından ibarettir. Büyük Britanya’ya hizmet etmekle birlikte, kendi ideallerinin peşinde koştuğu söylenebilir. Onun idealleri ise daha çok Arap hayranlığı ile şekillenmiş olup, Şerif Hüseyin’in oğullarından Faysal’ın saltanatı ile Arap coğrafyasının kaderini çizmek üzerinedir. Bu konuda önce Suriye’ye odaklandığı ve orada Faysal’ın yönetimini tesis etmek istediği gözlenmektedir. Ancak gizli Sykes-Picot Antlaşması’ndan haberi olmayan “İngiliz casusu”, Araplara verdikleri bağımsızlık sözlerinin ve Faysal’a verdikleri Suriye Krallığı sözlerinin yerine getirilemeyeceğini büyük bir düş kırıklığı ile idrak etmiştir. Bu durum İngiltere ile Arapların ve İngiltere ile Fransızların arasını açsa da, neticede Suriye Fransa’ya bırakılmıştır. Bunun üzerine Bell, Faysal’da açılan yaraları onarabilmek ve belki de esasında kendi ideallerini gerçekleştirememenin vermiş olduğu ruhsal ıstıraptan kurtulabilmek için bu sefer Irak’a odaklanmıştır. Sonraki amacı Faysal’ı Irak Kralı yapmak olmuş ve nitekim bunda başarılı da olmuştur.
Gertrude Bell’in şahsında adeta portresi çizilen Avrupa insanının “bireycilik” özelliği, Doğu toplumları ile oldukça farklılıklar taşımaktadır. Türk okuyucular açısından bu hususun dikkat çekici olacağını söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti’nin ve Teşkilatı Mahsusa’nın aynı tarihlerde aynı coğrafyalarda yürüttükleri operasyonların mahiyeti ile İngiliz misyonunun yürüttüğü operasyonlar bu açıdan oldukça farklıdır. Türk tarafında devlet politikasını uygulayan görevliler ve fedailer göze çarparken İngiliz tarafının oldukça farklı bir niteliğe sahip olduğu görülmektedir. Kitabı okurken ilginç bir şekilde; Cemal Paşa’nın, Arap çöllerini işgalcilere karşı korumaya çalışırken, karşısındaki düşman ordularında her ne kadar sadece Büyük Britanya bayrakları ile karşılaşsa da; aslında yirmi farklı departman tarafından üretilen alternatif Ortadoğu işgal planları ile de mücadele ettiğini öğreniyoruz. Bu departmanlar içerisinde Savaş Bakanlığı, Savaş Konseyi, Hindistan Genel Valiliği, Kahire Bürosu vb. kurum ve kuruluşların var olduğu görülmektedir. Bunların yanında her biri entelektüel açıdan oldukça donanımlı olan siyasi subayların da kendi ajandaları bulunmakta ve Büyük Britanya’nın genel politikası ile çelişse dahi kendi idealleri uğrunda çalışmaya devam ettikleri görülmektedir. Örneğin Irak’ın sömürgeleştirilmesine yönelik genel İngiliz politikasına karşı, Gertrude Bell’in Irak’a bağımsızlığının verilmesi yönündeki görüşlerinde direttiğini görüyoruz. Aynı durum Lawrence ve Cox tarafından yürütülen politikalarda da görülmektedir.
Eserde Arapları ayaklandıranların doğrudan Bell veya Lawrence olmadığı ve bunu yapacak güçte olmadıkları açıkça görülmektedir. Fazlasıyla var olan potansiyel, Osmanlı’nın zor bir anında patlamış ve İngiliz siyasi subayları bunu yalnızca yönlendirmişlerdir. Hatta verdikleri sözleri, kendilerinin de haberleri olmayan gizli antlaşmalardan dolayı tutamadıkları durumlarda Arap aşiretleri İngiltere ile de çatışmaya girmişlerdir. Anadolu’da, Birinci Dünya Savaşı sonrası ilk işgallerin başladığı dönemlerde, İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dize getirmeye çalışırken, Suriye ve Irak bağımsızlık için ayaklanan Arapların isyanları içerisinde yanmaktadır. Özellikle Irak’ta, 1926’da Türkiye ile İngiltere arasında imzalanan Ankara Antlaşması’na kadar İngilizlerin tam olarak hâkimiyeti sağlayamamış oldukları Bell’in anıları ile sabittir. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Kuzey Irak’ta Churchill’in emriyle kimyasal saldırılar dahi gerçekleştirdikleri halde hâkimiyeti tesis edememişlerdir.
Eserin okuyucuya vereceği en büyük kazanım, idealizmin ve idealler doğrultusunda usanmadan çalışmanın başarıyı getireceği yönündeki kanunu en iyi şekilde resmetmiş olmasıdır. Bu yönüyle eser, kişisel bir başarı hikâyesini anlatmaktadır. Diğer yandan Türk okuyucunun ilgisini çekecek en önemli konulardan birisi, Gertrude Bell’in hayatına eşlik eden tarihi arka plandır. Türk tarih anlatısında fazla yer verilmeyen pek çok unsurun, Türk okuyucunun şaşırmasına ve Birinci Dünya Savaşı’nın Arap cephelerinde savaşan zabit ve nefere saygısının artmasına vesile olacağını söyleyebiliriz. Zira zafercilik arketipi ile görmezden geldiğimiz bu cephelerde, İngilizlerin yüksek teknoloji, insan kaynağı ve kurumlarına karşı kök söktüren bir mücadelenin sergilenmiş olduğu açıkça izlenmektedir. İngiliz siyasi subayları, Kahire Bürosu, Hindistan Genel Valiliği ve isyan eden Araplar savaşın üçüncü yılı olan 1917 yılında dahi zaferden emin değildir. Özellikle Araplar işin ters dönmesinden oldukça tedirgin bir şekilde İngilizlerin paçalarına yapışmış bir görüntü sergilemektedir. 1922’de dahi Kuzey Irak’taki isyanların Türkler tarafından finans edildiğinden şüphelenildiğini görmek, aynı yıllarda Anadolu’da varlık mücadelesi veren bir milletin çocuklarına ilginç gelebilir, ancak İngilizlerin hissettiği ve gördüğü Türk mücadelesinin bu şekilde bir hüviyete sahip olduğu açıkça görülmektedir.
Eserde, Filistin sorununun ortaya çıkışı ve emperyal güçlerin Kuzey Irak’ta Kürt devleti heveslerinin doğuş noktalarına da temas edildiği söylenebilir. Türk Tarihi’nin önemli bir dönüm noktasının genel anlatısına senkronik bir gelişim gösteren bu hadiseler tarihimizin daha doğru anlaşılması açısından oldukça önemlidir. Bunun için lisansüstü düzeyde İnkılap Tarihi konularının öğretiminde kitabın bir alternatif okuma olarak önerilebileceğini söyleyebiliriz. Ancak lisans düzeyinde kullanılması, öğrenci potansiyelimizi düşündüğümüzde eserdeki tarafgirlik barındıran ifadeler dolayısıyla uygun olmayabilir.
Her şeyden önce Türk Devleti’nin yaklaşık bir asır önce kimlerle mücadele ettiğini idrak edebilmek açısından “Çölün Kızı” başlıklı eseri Türk okuyucuya önerebiliriz.
[i] Herhangi bir casustan çok daha fazla şekilde yetkilerle donatılmış, asker olmadığı halde yüksek askeri rütbeler verilmiş ve ordu ile birlikte hareket eden casuslar.
Georgina HOWELL, İstanbul, Tarih ve Kuram Yayınları, 2016, 512 Sayfa, ISBN: 978-605-9833-25-7
Yazar: Ömür KIZIL