Haldun Eroğlu – Cuma Değirmeni

Türklerin en acı imtihanlarından biri şüphesiz ki “göç” olgusudur. Tarihin her döneminde, çeşitli coğrafyalarda, ata topraklarından zorla gönderilen Türklere yapılan baskılar, milletimize karşı güdülen düşmanlığın dışavurumunu en net şekilde gösteren durumlardır. Türkler olarak, tarihsel süreçte bu acıyı en çok yaşayan milletlerden olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla birlikte, maalesef yaşananları hafızamızda saklamakta pek maharetli sayılmayız. Daha da kötüsü, hâlen çeşitli Türk coğrafyalarında yaşanan acıların dahi farkında olmak konusunda yetersiz kalmakta, zaman zaman bu acıları görmezden gelmekteyiz. Hâlbuki geleceği inşa etmek için tarihten ders almak, gerekli ve mecburî bir eylemdir. Öyleyse, yaşananları görmezden gelmek yerine, nesilden nesle aktarmak, böylece bilinçlenmek ve duyarlı hâle gelmek zarurîdir.

Tarihî romanlar, geçmişimizi öğrenebilmek için önemli araçlardan biridir. Anlaşılır bir üslûpla kaleme alınan, anlatılan dönemin sosyal ve kültürel ortamının iyi yansıtıldığı ve olayların gerçekleştiği coğrafyalara hâkimiyetin başarılı olduğu romanlar; tarihe ilgi duymayanlarda dahi iz bırakır ve bilinç uyandırmak olan asıl amacını gerçekleştirme noktasında üzerine düşen görevi yerine getirir. Tarihî roman kaleme almak için hâliyle “tarih” alanında uzman olmak gerekir. Değerli tarih profesörlerimizden olan Haldun Eroğlu’nun romanı, bahsedilen kıstaslara uyduğunu düşündüğüm önemli bir yapı taşıdır.

2017 yılında Bilge Kültür Sanat aracılığı ile neşredilen Cuma Değirmeni, Prof. Dr. Haldun Eroğlu’nun ikinci romanıdır. Çalışma sahası, Osmanlı İmparatorluğunun Devlet ve Kurumlar Tarihi olan Eroğlu’nun romanının ana gövdesini, Rus mezâlimine yaptığı vurgu teşkil eder. Tarihî romanlar kurgu olsa da, gerçeklerin etrafında şekillenmesi açısından bize önemli veriler sunar. Romanın, “Başlarken” adlı bölümünde yazar bu düşünceyi şu sözleriyle destekler: “Romana konu olan olgular gerçek olsa da, olayların kurgu olduğunun altını çizmeliyim. Bu yüzden, romanın satır aralarında biri(leri)ni aramak beyhudedir. Şayet aranacaksa, bulunacak tek şey, tarihin acılarla dolu gerçeğidir.” (s.7)

Kozmik zaman biçimiyle kaleme alınan ve anlatıcının üçüncü tekil kişi olduğu Cuma Değirmeni’nde olaylar, tarihsel süreç içerisinde başlangıçtan geçmişe doğru gidilerek aktarılır. Hatta bu durum, birden fazla kez tekrarlanır. Bu tekniğin, okuyucunun zaman kavramları arasında kopukluk yaşamasına olanak vermeden sağlanabilmesini, romanı değerli kılan özelliklerden biri olarak görüyorum. Hatta aynı teknik ile yazarın diğer romanı Zigetvar Laneti’nde[1] de karşılaşmak mümkündür. Dolayısıyla bunun romana değil, yazara has bir özellik olduğunu düşünmek mümkün görünmektedir.

20. yüzyılın başında, Batum’dan, ata topraklarından istemeyerek göç etmek zorunda kalan bir aile reisinin torunu olan Arslan öğretmen merkezli başlasa da, roman, daha ziyade göçü gerçekleştiren dedesi Arslan Bey’in yaşadıklarını nakleder. Kendi hâlinde, saygın, çalışkan bir değirmenci olan Arslan Bey’in psikolojik buhranlarını âdeta gerçekmiş gibi resmeder. Arslan Bey’in Ahalkelek (Batum)-Samsun-Ünye üçgeninde yaşadıkları, tarihimizden bir portre gibidir. Romandaki mekânlara ek olarak Arslan Bey’in oğlu eşrefin harbe katıldığı Çanakkale de dâhil edilebilir. Arslan Bey ve eşi Dürdane Hanım’ın bir türlü son bulmayan çilesi; binlerce yıllık kadim Türklüğün ufacık bir zerresini, küçültülmüş kopyasını andırır. Arslan Bey, çocuklarından dördünü çeşitli aralıklarla doğrudan ya da dolaylı şekilde Rus zulmüne kurban verir; bununla da kalınmaz, ölümünden uzun yıllar sonra torunu Arslan öğretmen de yine Rusların Türkiye’deki yerli işbirlikçilerinin gazabına uğrar. Burada, çok uzun süreç içerisinde bitmek bilmeyen Rus zulmüne bir atıf yapılmak istenilmiştir.

Arslan Bey aslında, göçe direnen, vatanını terk edip göç edenlere de olumsuz gözle bakan biridir. Ancak arka arkaya yaşadıkları onu öylesine yıpratır ki, küçük çocuklarının hayatından endişe etme noktasına varır ve göçe mecbur kalır. Bu husus, içindeki utanç duygusunu sürekli canlı tutmasına neden olur. Fakat yaşanmadan bilinemeyecek bir durumla karşılaştığının da farkındadır. Göç hâdisesinin birçok nedeni olmakla birlikte, etnik ve dinî farklılıklardan kaynaklanan baskı ve zulümler başlıca etkenler olarak karşımıza çıkar. Türkler, özellikle millî ve dinî hassasiyetleri kullanılarak, psikolojik baskılarla yurt bildikleri topraklardan uzaklaştırılmaya zorlanmıştır. Ne kadar direnilirse direnilsin, bir bölgedeki Türk nüfusunun azalması geride kalanların daha fazla güçlükle karşılaşmasına sebep olduğundan, kalmakta ısrarcı olanların da bir süre sonra göçü düşünmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Her ne olursa olsun acı, gözyaşı ve kan, göç hâdisesinin mutlak sonuçlarıdır. Hâliyle, romanda bu kavramlarla sıklıkla karşılaşılmaktadır. Öte yandan, romanın, yakın tarihte Rus zulmünü doruklarda yaşayan Kırım Türklüğünün yetiştirdiği değerimiz Cengiz Dağcı’ya ithaf edilmesinin çok anlamlı olduğunu da belirtmek gerekir.

Romanı benim gözümde standardın üzerine çıkaran önemli niteliklerinden biri, birçok konu hakkında mesajlar barındırmasıdır. Meselâ, kitapta Rusların, Türk ve Müslümanlara karşı yürüttükleri caydırma politikasının yanında, işçilere bakışı da zaman zaman gözler önüne serilir. “Kanlı Pazar”[2] adıyla tarihte yerini alan, Çarlığın; kendilerinden sağlık, eğitim, uygun çalışma şartları ve çeşitli sosyal haklar talep eden işçilere ve ailelerine karşı gerçekleştirdiği saldırının birkaç yıl öncesindeki olayların resmedildiği bu dönem, romandaki tarihî gerçeklik ve tutarlılık açısından önem arz eder.

Haldun Eroğlu’nun romanı, millî değerlerimize de sıklıkla vurgu yapar. Özellikle Arslan Bey’in, Cumhuriyet’in ilânını öğrendiğinde, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen canına can gelmesi okuyucunun da asık suratına bir tebessüm yerleşmesini sağlar. Batumlu Arslan oğlu Eşref’in, Türkiye coğrafyasından bîhaber olduğu hâlde, Çanakkale savunması sırasında göç ettiği yeni toprakları nasıl vatan bellediği, şehadete koşma isteği ile gün yüzüne çıkar. Ayrıca, satır aralarında aniden Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşmak ve onun direktifleriyle düşmanın püskürtülmesi, Çanakkale’yi ve şehitlerimizi yâd etmeye olanak sağlar.

Göçmenler, kendilerine kucak açan Türkiye’de, gerek göç sürecinde yaşadıkları sıkıntılardan gerek ödemek istedikleri vefa borcundan dolayı çalışkanlıkları ile hafızlarda yer edinmişlerdir. Ailesiyle birlikte Türkiye’de yeni bir hayat kurmaya çalışan Arslan Bey’in ömrünün sonuna kadar yorulmak bilmeden çalışması, göçmenlerin çalışkanlığına işaret eden bir durumdur. Eserde bu hususun vurgulaması da okuyucuya verilmek istenen bir mesaj olarak karşımıza çıkar.

Romanda, göçe mecbur kalan insanların sessiz çığlığı oldukça naif bir şekilde sunulur. Göçün gerçekleşmesine neden olan vakalar ile sonucunda ortaya çıkan tablo, yazarın kaleminde başarılı şekilde vücut bulur. Tarihî süreklilik içerisinde kaleme alınan romanda, ailenin göç etmeye karar vermesinden Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen süre ele alındığında; felâket, acı, fedakârlık, hasret ve kısmen de olsa huzura kavuşma duyguları bir arada görülür. Vatan bildikleri ata topraklarından göç etmek şöyle dursun, göçenlere kızgınlığını da asla gizlemeyen Arslan Bey’in, Rusların kinci söylemleri ve tehditleri ile karşı karşıya gelmesiyle başlayan süreç, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla buruk bir huzura dönüşür. Bu süreçte önce canından çok sevdiği kızı Cemile’nin kaybını yaşaması, ardından evinin yakılmak istenmesi, Arslan Bey’in, göç meselesini artık gündeme almasına neden olur. Onun şu isyanı çaresizliğini en açık hâliyle ortaya koyar: “Tam 20 yıl sabrettim. Göçenlere karşı çıktım. Hep engel olmaya çalıştım. Toprağımı, evimi barkımı korumak uğruna buraları terk etmedim. Ama başıma gelmeyen kalmadı. Demek buraya kadarmış.” (s.103)

Arslan Bey’in, yaşananların sorumlusu olarak gördüğü Rus milliyetçisini öldüren büyük oğlu Timur’u geride bırakarak göç yoluna düşmesi, ona ikinci evladının kaybını yaşatır. Hâlihazırda hasta olan küçük oğlu Dursun’un göç yolunda, gemide daha da ağırlaşarak Türkiye’de vefat etmesi, Arslan Bey’i iyiden iyiye yıpratır. Üzerlerinden eksik olmayan felâketin sorumlusu olan Ruslara karşı savaşmak isteyen diğer oğlu Eşref’in cephede şehadeti Arslan Bey’i yıkıma götürür. Bu arada Arslan Bey’in eşi Dürdane Hanım’ın ruh hâlinden bahsetmeye gerek bile yoktur. İşte, tüm bu yaşananlar göç kavramının acı sonuçlarıdır.

Oldukça akıcı ve yalın bir üslûp ile kaleme alınan Cuma Değirmeni, fazla hacimli olmaması ve ilgi çekici kurgusuyla tarihe ilgisi olmayan okuyucuları dahi hedef kitlesi içine alır. Kapak tasarımı oldukça şık, sayfa tasarımı ile kolay okunabilen bir romandır. Romanın, anlatılan dönemle birebir uyumluluk göstermesi, konuya tam olarak hâkim olabilmeyi mümkün kılar. Kitabın 182. sayfasında “ANZAK” askerlerinden bahsedilirken “Avustralya” yerine “Avusturya” yazılmış olması dile getirebileceğim ufak bir hatadır. Bununla beraber, 184. sayfada bu defa “Avusturyalı” yerine “Avustralyalı” ifadesinin kullanılması, bu hatanın önemsizliğini gösterir. Yazar, kitabın son sayfasında, okuyucuya kolaylık sağlaması için, olay örgüsünü çevreleyen karakterleri kapsayan bir soy ağacına yer vermiştir. Öte yandan, “Başlarken” adlı bölümde, kitabın hazırlanması aşamasında yararlanılan kaynaklardan da söz edilmiştir. (s.7-8)

Cuma Değirmeni, talihsiz milletimizin en önemli gerçeklerinden olan göç kavramının; dolayısıyla acının, hüznün, hasretin, sabrın romanıdır. Rus mezâliminin Türkler üzerindeki akıl almaz boyutlara varan caydırma ve yıpratma politikalarının açıklıkla dile getirildiği, göç öncesinde ve sonrasında yaşananların âdeta gözümüzün önünde vuku bulmuş gibi canlandırıldığı kitap; tüm olumsuzluklara rağmen Türk adının yok olmayacağına bir delildir. Zira roman karakterlerinin, kendilerine bağrını açan Türkiye’de “yabancılık” hissi duymamaları ya da intibak sürecini çabuk atlatmaları, soy birliğinin getirdiği bir avantajdır. Aslında romana konu olan ve “Kahraman Bey” ismi ile başlayan soyağacını, büyük Türk milletinin bir izdüşümü olarak görmek yerinde olacaktır. Prof. Dr. Haldun Eroğlu’nun romanından çıkarılması gereken onlarca ders vardır. Kitabı salt vakit öldürmek niyetiyle değil, karakterlerin yerine geçerek okumanın tarihî bilinçlenme anlamında çok önemli olduğunu belirtmek gerekir. Zaten yazar, okuyucunun karakterlerle özdeşleşmesi için gerekli ortamı hazırlamış, bu anlamda etkili bir çalışma ortaya koymuştur. Okuyucuya düşen ise sadece, kitabı eline almak ve tarihin sayfa aralarına kendisini bırakmaktır.

[1] Haldun Eroğlu, Zigetvar’ın Laneti, Bilge Kültür Sanat, 1.Basım, Eylül 2016

[2] Hasip Saygılı, 1905 Rus Devrimi ve Sultan Abdülhamid, s.96, Ötüken Neşriyat, 2.Basım, Nisan 2017

Haldun EROĞLU, İstanbul, Bilge Kültür Sanat, 1. Basım, Kasım 2017, 221 Sayfa, ISBN: 978-605-9521-62-8

Yazar: Ömer KARABAYIR

0 0 kere oylandı
İçeriği Değerlendir