Hikâye bu ya, karşısına çıkan peri, Rus’a bir dilek hakkı vermiş ve eklemiş: “Ne dilersen iki katını komşun Türk’e vereceğim.” Rus hemen dilemiş: “Bir gözümü kör et!”
Süleyman Nazif’in nesrinde, Nihal Atsız’ın şiirinde, Doğu Anadolu’da 150 sene evvel yaşayanların anılarında yukarıdaki hikâyeyi destekler duygu ve düşüncelerle karşılaşırız. Bugün bile Libya’da, Suriye’de, Karadeniz’de ve elbette Kafkaslarda Rus Devleti, Türk Devleti’nin aleyhine çalışmaktadır. Peki, bu kadim düşmanı yeterince tanıyor muyuz?
Nahide Şimşir’in bu eseri 9. yüzyılda devletleşen Rusların, Çarlığın devrildiği 20. yüzyıla kadar geçen devlet-imparatorluk-reform/reaksiyon dönemlerini kronolojik şekilde ele almaktadır. Bu dönemleri dört bölüm halinde işleyen yazar, giriş bölümünde Rus tarihinin kaynaklarını, Rus adının anlamını, Rus tarih teorilerini paylaşıp okuyucusunu konuya hazır hale getirecek temeli atmış. Bilinen ilk tarihlerden beri Ruslarla ilgili bilgiler, beraber yaşadıkları Türklerinkiyle iç içe geçmiştir. 1917 yılına kadar Rusya yalnızca iki hanedan [Rurik (862-1591), Romanov (1613-1917)] tarafından yönetilmiş (s.27). Erken Rus tarihinin en göze çarpan liderlerinden Svyatoslav, savaşçılığı ve korkusuzluğu ile oldukça göze çarpıyor. Bulgaristan’dan Hazar Kağanlığı’na kadar pek geniş alanda hâkimiyet kurmuş. Yalnız Türklerle girdiği bir çarpışmada öldürülmüş ve kafatası bir Peçenek prensi tarafından içki kâsesi yapılmış. Kitabın ilerleyen bölümlerinde torunlarının bunun intikamını fazlasıyla aldığını görüyoruz. Ortodoks Hristiyanlığı’nı da yine erken dönemde seçen Ruslar, 988 yılında Vladimir önderliğinde Yahudilik, Müslümanlık ve Katolik Hristiyanlık seçeneklerini eleyip Ortodoksluk’u benimsemiştir (s.33). 11. yüzyıl boyunca çekişen knezleri büyük oranda bitirip onları birleştiren de -yine manidardır ki- bir başka Vladimir’dir (II. Vladimir). Rus kaynakları, ölümü sonrasında, “Halk ona; anasına, babasına nasıl ağlarsa öyle ağladı.” diye yazmış (s.38).
Bu dönemlerde ve sonrasında Ruslar, gerek Altın Orda Devleti gerek Kırım ve Kazan Hanlıkları’yla gerekse de Moğollarla iyi geçinmek zorunda kalmış hatta onlara tâbi olup vergi vermiştir. Altın Orda Devleti Timur’un darbesiyle zayıflayıp yine diğer iki Türk Devleti, Kırım ve Sibir Hanlıkları tarafından yıkılınca Moskova’ya gün doğmuştur (s.54). Bu dönemde Rus tahtında oturan III. İvan oldukça kurnaz olup devleti tam bağımsızlığa ulaştırmış, İtalya ve Almanya ile ilişkiler kurmuş. İstanbul’a ilk Rus elçisi de onun zamanında gelmiştir. Döneminin en önemli hadisesi ise İstanbul’un fethiyle Romanya’ya yerleşen Bizanslı Sofya ile evlenip Bizans ile birlikte tüm Yunanistan’ın varisi olmasıdır. Bu, Osmanlı’ya doğrudan tehdit anlamına geliyordu. Ne var ki Osmanlı kroniklerinde Moskova Knezliği’nin adı dahi geçmez (s.55). “Gafleti derin olanın devleti yok olur.” sözünü kitabın bir yerine not olarak yazdım.
Yazara göre Rus tarihçileri, Rus birliğinin teminini ve Moskova hükûmetinin zenginleşmesini Türklerin yardım ve himayelerine bağlar. Karadeniz’in kuzeyindeki hanlar, Rusları hiçbir zaman boyunduruk altında tutmadığı gibi güçlenmeye ve tehdit olmaya başladıkları dönemlerde ne onlar ne Osmanlı bu tehlikeyi ciddiye almıştır. Sonuç olarak küçükken başı ezilmeyen yılan, büyüyüp bir ejderhaya dönüşerek Türk yurtlarıyla birlikte Moğolistan’dan Baltık Denizi’ne kadar hâkim olup Anadolu’ya sarkmaya başlamıştır. 17. yüzyılda çar olan Büyük Petro zamanında ise tam bir imparatorluk olmuştur. İsveç ve Leh ordularını yıldırıp her iki sınırdan Osmanlı topraklarına gözünü diken Petro, aynı zamanda büyük bir reformist olup Asyalı Rusların yönünü Batı’ya çevirmiştir. Meşhur Avrupa Seyahati’ni tamamlayan Petro, buradan çıkardığı derslerle ülkesini epey ileriye taşımıştır. Fakat içerideki hadiseler de onun zamanında ortaya çıkmaya başlamıştır. “Para muharebenin esasıdır.” mantığıyla vergileri beş katına çıkaran, yetmiyormuş gibi sakaldan bile vergi alan 2,45’lik Büyük Petro, köylünün gittikçe fakirleşmesine neden olmuş; bu da birtakım isyanları tetiklemiştir. Ayrıca Başkurtlar başta olmak üzere pek çok Türk boyu azatlık için epey başkaldırı yapmıştır. Osmanlı’dan da defalarca yardım istenmesine rağmen destek gelmeyince bu isyanlar sonuçsuz kalmıştır. Bu sayede de Kafkaslardan güneye inen Ruslar, bölgeyi yöneten Türklerle çarpışmalara başlamıştır. Yazar hep İranlı diye bahsetmiş fakat biliyoruz ki o yıllarda İran diye adlandırılan bölgeyi Türk hanedanlar yönetiyordu. İranlı yerine Türk demek daha sağlıklı olurdu, diye düşünüyorum.
18. yüzyıl boyunca dört bir yanda genişleyen Rus İmparatorluğu, 19. yüzyılda Napolyon’a karşı yapılan Vatan Savaşı’nda Avrupa’nın kuzeyinde Fransızları durdurup Orta Avrupa’ya kadar gelerek II. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi “kurtarıcı” rolüne bürünmüştür. Doğu’da da Türkistan’dan Afganistan’a kadar uzanıp İngiliz sömürgelerini tehdit etmesi, onları doğal rakip yapmıştır. Ancak biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’nin arızaları en geniş sınırlara ulaştığı zaman peydah olmuştu. Rus İmparatorluğu da saray yaşantısındaki bozulmalar, taht mücadeleleri, kontrolsüz cezalandırmalar ve ağır vergiler, çeşitli isyanlar, Dekabristler, Fransız İhtilali’nin etkileri gibi marazlarla yine en güçlü olduğu dönemde uğraşmak zorunda kalmıştır. Bunların sonucu olarak da 19. yüzyılın ikinci yarısı bizdeki ıslahatlara benzeyen reformlarla geçmiştir. Tabiî, savaşlar da devam etmektedir. Nihilizm, ünlü romancı Dostoyevski’nin de hararetle savunduğu Panslavizm ve Çar II. Aleksandr’ı bir suikast ile ortadan kaldıran “halkseverlik” gibi akımlar da bu dönemde etkili olmaya başlamıştır. Marks’ın etkisiyle Rusya’da yayılmaya başlayan komünizm, Sosyal Demokrat Partinin kurulmasına yol açmıştır (s.184). Sosyal demokratlar da kendi içlerinde iki fırkaya ayrılmıştır. Meşhur Lenin’in başını çektiği grup çoğunluk olduğu için Bolşevik, Martov’un grubu ise azınlık olduğu için Menşevik adını almıştır. 1905’teki Rus-Japon Savaşı’nda beklenmedik bir yenilgi alan ve özellikle köylü ve işçi sınıfının dayanacak gücü kalmayan Ruslar bir devrime kalkışır ancak bu kalkışma kanla bastırılır. I. Dünya Savaşı’nın ağır koşulları ise ne çarı ne de ailesini kurtarmaya yetecektir ki bu da Rus İmparatorluğu’nun sonu demektir.
Eserde göze çarpan pek çok tashih hatası vardı ve maalesef bununla beraber okuma zevkini bozan bazı cümle düşüklükleri de göze çarpıyordu. Bunun dışında herkesin anlayabileceği şekilde, çeşitli kaynakların taranmasıyla hazırlanmış bu kitabı tarih, Rusya, Rus milleti meraklılarına kesinlikle önerebilirim. Umarım, mevcut hariciyecilerimiz de benzer eserleri okuyup, kuzeyde her daim bekleyen tehdide karşı hep uyanık bulunsunlar.
Nahide ŞİMŞİR, Post Yayınevi, 1. Basım, 208 Sayfa, 2020 İstanbul, ISBN: 9786057682406
Yazar: Okan BALKAN