KAZIM TAŞKENT VE “YAŞADIĞI GÜNLER”
Yakın tarihimizin keşfedilmeyi bekleyen önemli simalarından biri olan Kazım Taşkent, 1940-1979 yılları arasında kayıt altına aldığı notlarını 1980 yılında kitaplaştırır. Bunu yaparken şahsî faydadan çok memleketin genç kuşağını hedef aldığı görülür. Yaklaşık kırk yıllık süreçte derlenen notlar, bir ömrün birikimidir. Notlarının bir kısmı kendi yaşantısından olmakla beraber; büyük çoğunluğu ülkenin vaziyeti, endişeleri ve geleceğe dönük temennilerden oluşur. Yeni kurulan devletlerde iş ve akıl gücü anlamında özellikle gençlere çok iş düşer. Kazım Taşkent bu açıdan önemli, fakat maalesef geri planda kalmış, unutulmaya yüz tutmuş bir isimdir. Çalışkanlığı, kararlılığı ve memleket sevgisi ile Türkiye’nin kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Başarı, onun için sınırı olmayan bir kavramdır. Kitabın değerlendirmesine geçmeden önce Kazım Taşkent’in hayatından bahsetmek yerinde olacaktır.
Kazım Taşkent Kimdir?
1894 yılında Preveze’de dünyaya gelen Kazım Taşkent, kendi deyimiyle, gücü yettiğince ülkesine yararlı olmayı kendisine en önemli görev edinmiş bir memleket sevdalısıdır. Memur çocuğu olan Taşkent, lise öğrenimini Üsküp’te tamamlar ve yükseköğrenim için İstanbul’a gelir. 1912 yılında İstanbul’da, en büyük hayâli olan Mühendis Mektebi’ne girer. Başarılı bir öğrenci olmasına karşın talihsizlikler yakasını bırakmaz. Aslında yalnızca şahsının değil, Türk milletinin talihsizlikleridir bunlar. Yükseköğrenime başladığı yıl Balkan Savaşı’nın meydana gelmesiyle birlikte Mühendis Mektebi kapatılır. Taşkent, bu vesileyle 1 yıl boyunca Tıbbiye’de eğitimine devam eder. Balkan Savaşı sona erdiğinde tekrar Mühendis Mektebi’ne devam etmeye başlar, ancak iki yıl sonra da 1. Dünya Savaşı başlar ve Taşkent, 1915’te cepheye alınır.
İstanbul, Çanakkale ve Kafkas cephelerinde yedek subay olarak vatan görevini başarıyla yerine getirir. Özellikle, Azerbaycan’daki kuvvetlerimizle irtibat konusunda kendisine verilen bir görevi en iyi şekilde yerine getirerek devlet tarafından mükâfatlandırılır. Bu mükâfat, hayâlini kurduğu mühendislik eğitimini Avrupa’da tamamlayabilmesi için kendisine verilen burstur. Böylece 1920 yılında Almanya’ya gider, 1924 yılında ise Yüksek Kimya Mühendisi olarak vatana geri döner.
Taşkent’in Türkiye’ye döndüğü yıla dikkat çekmek gerekir. Genç Cumhuriyet’in, gelişmek için kendisi gibi genç ve çalışkan vatanseverlere ihtiyaç duyduğu muhakkaktır. Kazım Taşkent, aldığı bursun karşılığı olarak önce mecburî hizmetini tamamlar, ardından dur durak bilmeden 48 yıllık çalışma hayatına devam eder. En büyük önder olarak Atatürk’ü gören, onun öncüsü olduğu Cumhuriyet’i yüceltmek için var gücüyle çalışmayı kendisine şiâr edinen Taşkent; İstanbul Sanayi Müdürlüğü’nde, Türkiye İş Bankası Kömür Madeni Şirketi’nde çalışır, daha sonra da Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi’ne genel müdür olarak atanır.[1]
Kazım Taşkent’in, Eskişehir Şeker Fabrikası’nın kuruluşuyla ilgili ilginç bir anısı vardır. Oğlu Karaca Taşkent, 1999 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda babasının çalışkanlığını simgeleyen bu anısını aktarır: “Fabrikanın kurulmasına karar verilince, Atatürk, Celal Bayar’la birlikte fabrikanın kurulacağı yeri görmeye geliyor. Atatürk babama, “Bu fabrika ne zaman bitecek” diye soruyor. Babam da “6 ay sonra” diyor. Atatürk dönüş yolunda, Bayar’a diyor ki, “Bu Taşkent, bunlar genç mühendisler, ya hesap bilmiyorlar ya da bizi aptal zannediyorlar.” Gerçekten fabrika 6 ay içinde bitiyor. Bayar da babama bir teşekkür mektubu yazıyor ve “Sen bir mucize yarattın” diyor. Babam mektubu alıp Ankara’ya gidiyor ve Bayar’a çıkıyor, “Mektubu iade edeceğim” diyor. Bayar nedenini soruyor, O da diyor ki, “Mucizeler Allah’a aittir. Ben mucize yaratmadım.” Bayar da dönüp diyor ki, “Yok, yok Taşkent, sen bunun mucize olduğunu kabul et. Eğer sen mucize yaratmadıysan, Atatürk ve ben aptal olmuş oluruz.”[2]
Her alanda memlekete hizmet etme vazifesini üstlenen Taşkent’in çalışma hayatının çok çeşitli ve renkli olduğu gözlerden kaçmaz. Şeker fabrikaları maceralarından sonra 1944 yılında, Doğan Sigorta Şirketi’ni ve Yapı Kredi Bankası’nı kurar. Ayrıca İsviçre’de bir çığ kazasında kaybettiği oğlu Doğan’ın anısına, uzun yıllar neşredilecek olan Doğan Kardeş Dergisi’ni yayın hayatına sokar.[3] Kısa süreliğine de olsa politikada da yer alan Taşkent, memlekete hizmet aşkı hususunda ne kadar samimi olduğunu gösterir. Ayrıca o, çalışmanın yanında inancın da önemine değinir. Başarı için inancın vazgeçilmez olduğundan dem vurur. Bana göre yazarın şu ifadeleri, hayat felsefesini gösterir özelliktedir: “İnsan bir isteğe kavuşmak zevkini ve heyecanını kaybetmişse, yaşı ne olursa olsun, ihtiyarlık âlemine dalmış demektir.” (s.83)
Notlar Hakkında…
Yaşadığım Günler, hâtırat türünde bir kitap olsa da, yazarın kayıt altına aldığı notlar, ilgili dönemlerdeki (1940-1979) Türk siyasî hayatını da resmediyor. Yazarın, bireysel anıları ile beraber, kalkınmaya çalışan genç Cumhuriyet’te yaşanan gelişmeleri aktarması notların önemini artırıyor. Kazım Taşkent’in Balkanlar’da dünyaya gelmesi, Balkan Harbi ve 1.Dünya Savaşı’nı bizzat yaşaması, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin havasını solumuş olması, yazdığı kitabın muhtevası hakkında okuyucuda merak uyandıran etmenler olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca Taşkent’in, yükseköğrenimini Avrupa’da tamamladığını da unutmamak gerekir. O dönemde Doğu-Batı arasındaki farklılıkları tanımada ve Batıcı düşünceyi benimsemede Almanya yıllarının etkisi olduğu kesindir.
Notlar kitaplaştırılırken kronolojik sıraya dikkat edilmiştir. Altı bölümden oluşan kitapta, her bölüm içerisinde kronolojik olarak ilerlenmiştir. Bazı kısımlarda notların üzerine o günün tarihi düşülmüştür. Tarih bilgisinin var olması, yazar hakkında bazı çıkarımlarda bulunabilmemize de olanak sağlar. Örneğin; tarih ilerledikçe, özellikle 70’li yıllarda, yazarın ölüm ile ilgili düşüncelerinde bir yoğunluk olduğu görülür. Yine yazarın 1970-1980 yılları arasında karşılaştığımız şu notunun, emekliye ayrıldıktan sonra yazıldığı muhtemeldir: “Çalışma hayatları boyunca edindikleri üstün bilgi ve yetenekleriyle değer kazanan ve değer yaratan insanlar, hizmet olanaklarından yoksun kalınca, toprak altında kalmış eski eserlere benziyorlar. Ya da kendilerini müzeye kaldırılmış gibi hissediyorlar.” (s.110) Yazarın, notlarını kaleme aldığı yaklaşık kırk yıllık süreçte, fikirlerinde ciddi değişmeler olmadığı, duruşunun net olduğu da dikkat çeken bir diğer durumdur. Öte yandan, Türk siyasî yaşantısında iz bırakmış önemli olayları anımsatan notlarla da karşılaşmak mümkündür. Örneğin, 12 Mart Muhtırası’nın verildiği gün, hâdise hakkında bir not düşmüştür. (s.242) Yazarın çalışma ilkeleri ve yaşam tecrübeleri de kitaba lezzet katan unsurlardandır.
Taşkent, “biyografik notlarım” dediği, kitabın birinci bölümünde genel olarak kendi anılarını anlatır. İlk bölüm yazarın iç dünyasına gezintiye çıkmak ve yazarı tanımak için oldukça iyi bir fırsattır. Bu bölümdeki notlarda özellikle, kaybettiği oğlunun acısı hissedilir. Öldüğünde on yaşında olan oğlunun dışında; annesi, babası ve iki kız kardeşini de genç yaşlarındayken kaybeden yazarın düşüncelerinde “acı” ve “sevgi” kavramlarının etkileri rahatlıkla sezilebilir. Şüphe yok ki bir eserin kaliteli olması, duygu yüklü olması ile doğru orantılıdır. Esasen yazar, sevginin büyük bir değer olduğunu öğrenmesinin altında yaşadığı acıların olduğunu dile getirir. Düşüncelerindeki duygu yoğunluğunun da, kaliteli bir eser oluşturmasına yardımcı olduğu söylenebilir.
1950-1952 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi’nde milletvekilliği yapan Taşkent, bu kısa siyasî dönemini, hayatının yanlış kararlarından biri olarak görür. 25 Şubat 1953 tarihinde kaleme aldığı notunda; yaradılışının milletvekilliği yapmaya uygun olmadığını ve milletvekili kaldığı sürece başkalarına rahatsızlık verdiğini düşündüğünü itiraf eder. “Ben politikanın istediği insan olamam. Kendimi vicdanıma karşı korumayı beceremiyorum.” (s.15) sözleri, insanı ister istemez bu dönemde siyasî arenada yaşananları araştırmaya itiyor. Demokrat Parti’nin ilk iktidar döneminde, Taşkent’in içine sindiremediği olayın ya da olayların neler olduğunu bilemesek de politikadan erken vazgeçişinin ciddi sebepleri olduğu aşikârdır. “Düşünce ve duygularımın dışında konuşabilme yeteneğim yok.” (s.41) cümlesi ile dönemin diğer politikacılarına karşı tarizde bulunduğu düşünülebilir. Bunun dışında zaman zaman, politikada yer alan insanlara, deyim yerindeyse, ateş püskürdüğü de görülür.
Kazım Taşkent için çalışmak, başarılı olmak alelâde bir iştir. Öyle ki başardığı işlerin ardından, 82 yaşındayken kaleme aldığı yazısına göre, halâ kendisini başarılı bir insan olarak nitelendirmediği, içinde yeni başarılara özlem olduğu görülür. (s.27) Ondaki bu çalışma azminin kaynağının Osmanlı ve Cumhuriyet’e tanıklık etmiş olmasından ileri geldiği düşünülebilir. Osmanlı’nın zor zamanlarını yaşamış, yükseköğrenim tahsili sırasında Balkan Harbi ve 1.Dünya Savaşı’na katılmış, nihayet Atatürk’ün önderliğinde kurulan yeni Türkiye’nin yükselmesi için var gücüyle çalışmış bu değerli insan kendisine ve milletine hep daha ileride olan toplumları örnek almıştır. Kendisinin iş ciddiyeti, görev disiplini ve görev aşkı da buna göre hâd safhadadır. Ayrıca devletin kurulmasından sonraki sürecin daha hassas olduğunu bilir: Bir hastayı kurtarmak kadar, onun yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli bakımın da özenli yapılmasının önemine değinir.
İkinci ve üçüncü bölümler, yazarın genellikle “insan” mefhumu üzerinde durduğu alanlardır. İnsan sevgisi, insan ilişkileri, insanları anlamaya çalışmak gibi temalar bu bölümlerin ana gövdesini teşkil eder. İnanca ve fikirlere saygı, ahlâk, vicdan, adalet ve iyilik; Taşkent’in sıklıkla üzerinde durduğu diğer kavramlar olarak göze çarpar. Siyasî ve sosyal hayatında ideoloji sahibi olmadığını, ideolojisinin “insanlık” ve “vatandaşlık” olduğunu belirten Taşkent, insanların birbirine karşı zararlı olmamasını umut eden fikrî yapıya sahiptir. Bilime verdiği önem ve kültür bilinci de notlarında sıklıkla karşılaşılan konulardandır.
Kazım Taşkent, gelecek için geçmişten ders almanın mühim olduğunu düşünür. Gelecekte hep daha iyisini yapmanın özlemi içindedir. Gençliğinde yaşanan acılar, Türk devletinin yıkılıp zor şartlar altında yeniden kurulması, katıldığı savaşlar bu özleminin kaynağı olabilir. Taşkent, toplum içinde ve siyasette var olan liyakatsizlikten çokça dert yanar. Sistemli olmanın gerekliğini ekseriyetle dile getirir. Batı’daki sistem ve intizama hayranlık duyar. Notlarında, Doğu-Batı medeniyetleri arasında çok fazla kıyaslamalar yaptığı ve Doğu’yu sürekli yerdiği görülür. Bunun sebeplerinden biri, Doğu’daki sistemsizlik olarak açıklanabilir.
Taşkent’in sistemli ve düzenli olmayı önemsemesi çalışma hayatındaki özveri ile örtüşür. “Bir saati işleten makineye hayranlık duyarım. Ama onun ayarını ve bakımını iyi yapana daha büyük değer veririm.” (s.151) şeklindeki vecizesiyle mevcut toplumsal ve siyasî ahvâli kastettiği anlaşılabilir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’e duyduğu hayranlığın yanında, ülkenin sürekli olarak kalkınmasını sağlayacak gayretlerde bulunması ve insanları da aynı yönde itmeye çalışması bu vecizesinin eyleme geçmiş hâli olarak yorumlanabilir. Ancak bir de sitemde bulunur Taşkent: “Bizim insanımızın şahlanması için, içine düştüğü durumun dayanılmaz hâle gelmesi gerekir.” (s.117) Bu sözler aynı zamanda Ziya Gökalp’i akla getiriyor.[4] İşte, bu zor durumların yeniden yaşanmaması için yazara göre, başarılan bir işin süreklilik göstermesi şarttır.
Kazım Taşkent, Doğu-Batı ayrımının ana kaynağını insanda bulduğunu belirtir. Buna göre, bir milletin Batı veya Doğu medeniyetine dâhil olması hangi coğrafyada yer aldığı ile ilgili değildir. Düşüncede ve yaşayış biçiminde Batılı olmak asıl olan unsurdur. Öğrencilik yaşamı esnasında birden kendisini savaşların ortasında bulan Taşkent’in yüksek tahsilini Batı’da tamamlaması, Batı toplumunu ve medeniyetini yakından tanımasına fırsat sunmuştur. Bu sayede Batı ile aramızdaki ciddi farkları da görmesi, Batıcılığın, gözlerini kamaştırmasına neden olmuştur. Kitabın dördüncü bölümünü oluşturan notlar –kendi ifadesiyle- yazar için ayrı bir önem taşır. Yazar, Batı’nın sistemine hayranlığını dile getirirken, Doğu’yu da yerden yere vurmaktan geri durmaz.
Toplumumuzun Doğu-Batı ekseninde nasıl konumlanması gerektiği üzerine kafa yoran Taşkent’in notlarında harika tespitlerle beraber aşırılıkların da bulunduğunu belirtmek gerekir. Doğu ve Batı toplumları arasındaki farklar konusunda nokta atışı tespitlerin çoğunlukta olduğu söylenebilir. Fakat Doğu medeniyetine yöneltilen ağır eleştirilerin genelleme şeklinde olması, yazarın saygınlığını zedeleyebilecek bir durumdur. Yazarın kayıt altına aldığı şu cümle konunun anlaşılması için yerinde bir örnek olacaktır: “Doğu’da, en az kazanç enerji harcayarak, en çok kazanç ise şerefinden harcayarak elde edilir.” (s.162) Kazım Taşkent’in bu düşünceleri, Doğu kültüründen her anlamda uzaklaşmayı zorunluluk olarak gören Ahmet Ağaoğlu’nun görüşleri ile oldukça benzerlik gösterir.
Diğer yandan, yazarın Doğu medeniyeti hakkındaki katı tutumunu görünce, Cemil Meriç’in akla gelmemesi her hâlde imkânsızdır. Cemil Meriç de Taşkent gibi Doğu-Batı ayrımını “insan” üzerinden tanımlar. Aralarındaki fark şudur: Taşkent, Doğu ve Batı’nın birbirini tamamlayıcı özellik gösterdiğine inanır. Meriç ise, aradaki zıtlığı daha keskin çizgide görür. Özetle, ‘bu iki aydın arasında vaktiyle bir oryantalizm-oksidentalizm münazarası yaşansaydı, acaba nasıl sonuçlarla karşılaşırdık’ sorusunun da zihnimi meşgul ettiğini söyleyebilirim.
Kitapta en fazla ilgimi çeken bölüm yazarın genellikle politikaya dair düşüncelerine ayırdığı beşinci bölüm oldu. Politikaya hızlı bir giriş yapan Taşkent, yine kısa sürede politikadan ellerini çekmesinin sebeplerini anlatır. Yazar, “Yeni politikaları ülkeye yerleştirmek, haklar ve özgürlükler temeline dayalı gürbüz ve sağlıklı bir toplum hayatı yaratmak” sloganlarının aklını çeldiğini belirtir. Burada yine onun, ülkesi için çalışma aşkına şahit oluruz. Fakat Taşkent’in hayatında ahlâk, vicdan gibi kavramlar da önemli yer tutar. Politikadan uzaklaşmasına gerekçe olarak, önemli gördüğü ahlâk değerlerini politikada bulamayışı olarak açıklar.
Yazarın 2-3 yıllık politika süreci, bu camiayı yeteri kadar tanıdığını gösteriyor. İmzasını attığı öyle tespitler var ki, günümüzde hâlâ benzer meselelerle sık sık karşılaşmaktayız. Taşkent, devrini yaşamakla kalmamış, âdeta geleceği de görmüştür. İçinde büyüttüğü siyasî anlamdaki ümitsizlik duygusu, ne kadar ileri görüşlü bir aydın olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bir politikacıda; insan, toplum, milletler ve tarih bilgisinin olmazsa olmaz olduğuna inanır. Liderlik hakkındaki vecizeleri ise müthiş tecrübesinin kâğıda geçen yansımalarıdır.
Taşkent, aynı bölümde siyasî rejim ile ilgili düşüncelerini de zikreder. Özellikle komünizme, karşıt bir tutumda olduğu görülür. “Bizim demokrasimiz” başlığını verdiği notlarının bulunduğu kısımda sürekli rejim değişikliği konusunu gündemine alması dikkat çekicidir. Kitabın bu kısmında, notlar üzerinde tarih bilgisi yoktur, ancak kitabın genel metodolojisine uygun olarak düşünüldüğünde, bu notların 1878 ya da 1879 yıllarında yazıldığı anlaşılır. Dolayısıyla bu dönemde tuttuğu notlarında yazarın, 80 darbesine giden süreçteki kavgalardan ve sokaktaki komünizm rüzgârından esinlendiği düşünülebilir.
Yazar, kitabın altıncı bölümünde tamamen Atatürk’e ve Atatürkçü düşüncelerine yer verir. Bilhassa Atatürk’ün ölümünden sonra, onun gösterdiği hedeflere giden yollarda aksaklıklar yaşandığından yakınır. Böylelikle ahvâlini, duygu ve düşüncelerini kâğıda dökerek kendisiyle dertleştiğine inanır. Notları aynı zamanda genç kuşaklara da nasihat niteliğindedir. Fırsat buldukça Atatürkçü olduğunu dile getiren Taşkent’in, onun ilkelerine de sıkı sıkıya bağlı olduğu görülür. 23 Nisan (1969) gibi anlamlı bir günde kaleme aldığı şu sözler ilgi çekicidir: “Yüzlerinde Atatürk’ün maskesini taşıyarak, devrimci yolu Kremlin’de ya da Darülezher’de aramaya çıkan gençler, ne Atatürk’le buluşabilirler ne de Batı uygarlığı ile…” Onun Atatürkçülüğü –amiyane tabirle- kuru gürültü değildir. Zira Taşkent’te Atatürk’ün ilkelerinin tümüne bağlı, sadık bir şahsiyet görülür. Özellikle cumhuriyetçi, halkçı ve çalışma hayatına bakıldığında devletçi bir görüntü çizer. Çok sık karşılaşılmasa da notlarında lâiklik hakkında düşünceleri de vardır. “Lâikliğin yanlış anlaşılması, Allah sevgisi ve korkusundan uzak insanlarla birlikte yaşamı zorlaştırdı.” Taşkent, bu düşünceleri ile benzer gelenekten geldiği günümüz aydınlarının birçoğundan farklı bir özellik gösterir.
Kazım Taşkent’in eleştirilebilecek bir yanı da Atatürk’e duyduğu saygıyı ifade ederken Enver Paşa’yı göz ardı etmesidir. Onun Enver Paşa’yı benimseyip benimsememesi kendi takdiridir, ancak bu iki değerimizi farklı mücadeleler veriyorlarmış gibi algılaması hayret verici bir durumdur. “Savaşın son aylarında, amcam Vehip Paşa, Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki sert bir tartışmayı anlatınca, gönlüm Kemal Paşa’ya akıvermişti.” (s.332) Taşkent’in bir 10 Kasım günü kaleme aldığı bu düşüncesinde, sanki iki rakip veya düşman arasından birini seçmesi gerektiği algısı oluşuyor. Hâlbuki Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa yapı ve karakter itibarıyla birbirinden farklı özellikler gösterseler de, Türklük için her ikisinin de hizmetleri yadsınamaz. Yazarın, düşüncesini dile getirdiği günün önemine binaen fazla duygusal bir söylemde bulunduğuna ihtimâl vermek iyimserlik mi olur bilmiyorum, ama zaman zaman karşılaştığımız katı üslubunu kitabın hâtırat tarzında olmasına bağlıyorum.
Değerlendirme
Taşkent’in; bilim, uygarlık, dil ve kültür birliğine önem veren; bağımsızlığına ve özgürlüğüne düşkün kişiliği, günümüzde en çok aradığımız aydın portresidir. Özel hayatında yaşadıkları ve Türkiye’nin geleceği için endişe duyması ona müthiş bir çalışma azmi bahşetmiştir. Türk milletinin yaşadığı acı tecrübelerden dersler çıkarmasını bilen, vatanın ne zor şartlarda kurtarıldığının bilincinde olan Taşkent, başarısının sırrını Atatürk’ten aldığını ifade eder. Yaklaşık kırk yıllık süreçte biriktirdiği notlarının birçoğu gelecek nesiller için birer uyarı mahiyetindedir. Zaman zaman üslubu çok sertleşse de düşüncelerini ifade ederken samimi ve düzgün istikamette bir yol izlemesi takdire şayan bir durumdur.
Türkiye’de bankacılık, sanayi ve kültür yaşamına önemli katkılarda bulunan Taşkent; Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın da övgülerini kazanmıştır. Kitabın son kısmında Belgeler başlığı altında bu isimlerin iltifat mektupları yer alır. Ayrıca 1973 yılında dönemin Alman Cumhurbaşkanı Dr. Heinemann tarafından lâyık görüldüğü Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı ödülüne dair, Heinemann’ın törende yaptığı konuşma metni de kitaba eklenmiştir.
Çalışkan ve girişimci bir ruha sahip olan Kazım Taşkent’in “Yaşadığı Günleri”, çalışma hayatında atılımlar yapmak isteyenler için ilham vericidir. Aynı zamanda sosyolojik meselelere de değinilen kitapta insan ve toplum kavramları üzerine nadide vecizeler yer alır. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişin ardından ülkenin atmosferini yansıtması da kitabın değer ölçülerinden biridir. Yazarın, politikaya ve politikacılara ilişkin hissiyatı, üzerinde kafa yorulması gereken türdendir. Yaşadığım Günler; genç neslin, öğrencilerin, eğitimcilerin, iş adamlarının, politikacıların ve aydınların mutlaka faydalanması gereken bir eserdir.
[1] Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi 1935 yılında; Alpullu, Uşak, Eskişehir ve Turhal fabrikalarının birleşmesiyle kurulmuştur. Kazım Taşkent daha önce de Alpullu fabrikasının kuruluşunda ve işletmesinde görev almış, Turhal fabrikasının genel müdürlük görevini yürütmüştür.
[2] http://arsiv.sabah.com.tr/1999/10/04/e06.html, Erişim tarihi: 20.12.2017
[3] Değerlendirdiğimiz kitap da yazar tarafından oğlu Doğan’a atfedilmiştir.
[4] “Büyük adamların yetişmesi için büyük bir millî felâket yahut muzafferiyetin meydana gelmesi, büyük bir buhranın yahut olayın ortaya çıkması gerekir. Çünkü kavim ancak böyle buhranlı dakikalarda ortak duygulardan ibaret olan kendi varlığını his ve idrak edebilir.” Beğlü Eke, Ziya Gökalp’ta Büyük Adam Sorunu, s.66, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/101137, Erişim tarihi: 20.12.2017
Kazım TAŞKENT, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1. Basım, Şubat 1980, 357 Sayfa
Yazar: Ömer KARABAYIR